Ana içeriğe atla

BOZUK SAAT (I)

Büyükelçi Deha O’nun saat merakı hariciyeye intisabıyla başladı. O sıralar Bakanlıkta Genel Müdür olan amcasından, saatinin durması yüzünden sabah erken saatlerde gerçekleşen önemli bir toplantıya nasıl geç kaldığını, amirinden işittiği azarı ve bu olayın etkisiyle meslek hayatının geri kalan bölümünde ihtiyatlı hareket ederek her zaman iki saat kurmadan yatmadığını defalarca dinlemiş olmasının etkisiyle kendisi memuriyetinin daha ilk günlerinden itibaren bir değil iki saatin ziliyle uyanmayı adet edinmişti. Üç yıl sonra ilk yurtdışı tayinine çıkıp da yeni evine yerleştiğinde, her sabah aynı saatleri görmenin sıkıcılığından kurtularak hayatına biraz renklilik katmak istediğinden olsa gerek bir üçüncü saat daha aldı. Sonrasında her gittiği yabancı şehirden bir yâdı cemil olarak satın aldığı saatlerden küçük bir koleksiyon oluşturdu. Tabiatıyla saatlerin sadece ikisini uyanmak için kurar, geri kalanları ise süs eşyaları gibi evinin farklı odalarına dağıtırdı. Büyükelçi olarak atandığı bu Ortadoğu ülkesine geldiğinde artık bir düzine saati vardı.
 

Saat merakını öğrenen büyük dedesinin ona hediye ettiği guguklu antika duvar saati, koleksiyonun en nadide parçasıydı. Dedesinin Strazburg’da görev yaptığı dönemlerde Kara Ormanları’na (Schwarzwald) şelale görmeye gittiği sırada Triberg’den aldığı bu saati muntazaman anahtarıyla kurmak, en sevdiği hobilerinden biriydi. Guguk kuşu yuvasından çıkıp da ötmeye başladığında, misafirleriyle bir “small talk” konusu açılmış olur, onları saatin bulunduğu odaya götürür, seçkin geçmişine ilişkin ayrıntılardan başlayarak hakkında bilgiler verdikten hemen sonra, ustalıklı bir atlayışla, Büyükelçinin aslında daha önem verdiği asıl konuya geçmek için özenle aynı duvara asılmış olan, büyük dedesinin Abdülhamid-i Sani’nin tuğrasını taşıyan Sinop kaymakamlığına tayin beratına geçerdi. Aslında kaymakam olan büyük dedesi anne tarafından, saati hediye eden dedesi ise baba tarafındandı. Fakat misafirlerin, Büyükelçinin yüzlerce kez anlata anlata tüm olay örgüsünü adeta küçük bir peri masalına dönüştürerek mükemmelleştirdiği bu “small talk”lar arasındaki bağlantısızlıkları farkederek, mantık örgüsünden yoksun geçişlerin Büyükelçinin kendisiyle iftihar merakıyla ilgili olabileceği neticesine ulaşmaları beklenemezdi. Büyükelçinin meslekte ilk adımlarını attığı 90’lı yıllarda Sultan Reşad’a ait olması daha uygun bulunan tuğra, Türkiye’deki başdöndürücü siyasi gelişmelerden nasibini alarak on yıl kadar sonra aslına rücu etmişti. İslamcı hükümete mensup zevata Rezidansında yemek verdiğinde, tuğranın sahibini özel bir vurguyla nazara vererek “O sizin çok sevdiğiniz Hünkâr-ı Azamınız var ya, onun atı bana yan baktı” kabilinden fahirlenirdi. Paha biçilmez bir çerçeve içerisinde asılı duran bu beratın hikâyesi gerçi biraz karışıktı. Dedesi, anneannesinden boşanıp ikinci kez evlenmiş ve o ikinci eşin dayısına ait berat her nasılsa üvey anneannesine, ondan da kendisine intikal etmişti. Beratı antika değeri dolayısıyla evinde sergilemeye karar verdiğinde hikâyenin bu kadar dallanıp budaklanacağını tahmin bile edemezdi. Gerçi Büyükelçi henüz tecrübeli bir diplomat değilken bu gereksiz ayrıntılara girme gafletinde de bulunuyordu ama bir keresinde, her şeyi az çok olduğu gibi anlattığı misafirleriyle yemeğe geçtiklerinde, “Kaymakam olan dedenizdi değil mi efendim?” sualine muhatap olunca, bu formüle içten gelen bir sıcaklıkla ısınmış ve “Tabi, öyle… anne tarafından dedemdir” demiş ve o gün bugündür berat “resmi” sahibini bulmuştu.

Saat düşkünlüğü Büyükelçide bir itikada da yol açmıştı. Şöyle ki ona göre işlerinin yolunda gitmesiyle saatlerinin doğru çalışması arasında ezoterik bir bağ vardı. Bu yüzden ara sıra ikametgâhını hızlıca turlayarak tüm saatleri kontrol ederdi. Biri durduğunda veya ileri-geri gittiğinde Büyükelçinin morali alt üst olur ve gelecek felaketi beklemeye dururdu. Bu hep böyleydi, ilk karısı ağır bir trafik kazasına karışıp da kendisini taa Türkiye’lere kadar döndürüp hastanede ziyaret etmek zorunda bırakmadan, annesi ve babası vefat etmeden – ki ikisi de aksilik kendisi yurtdışı görevindeyken öteki âleme göçetmişlerdi, Bakanlıkta hakkında konuşulan ve kimden sızdığını her zaman yanlış tahmin ettiği bir dedikoduyu haber almadan, tuttuğu takım o sene “tarihi” sıfatını hakeden on yedinci müsabakasından mağlup ayrılmadan veya oğlu yine haylazlık yapıp okulda bir kavgaya karışmadan, hatta astroloğuna mütemadiyen baktırdığı Tarot falında karanlıklar içerisinde yediği kılıçlarla yere yığılmış adamın resmedildiği meşum kart çıkmadan önce bütün bunların olacağını, saatlerden biri bozulmak suretiyle kendisine haber vermişti. Bu belki size batıl bir inanç gibi gelebilir ama Büyükelçi bunun doğruluğuna üst üste yaşadığı bu tür tecrübelerle kati derecede kani olmuştu. 

Büyükelçi Ortadoğu’ya tam yirmi sene sonra geri dönmüştü. İlk görev yeri Şam’dı. Fakat kendisine Ortadoğu uzmanlığı payesi bahşedilmesi bu tayinden de önceydi. Amcası, yeğeninin kariyeriyle doğrudan ilgileniyor görünmesinin yakışık almayacağı ince düşüncesiyle, bu ulvi vazifeyi bir başka dostuna tevdi etmişti. O sıralar Bakan Özel Müşaviri gibi önemli bir görevi de deruhte etmekte olan bu dost, genç meslektaşına belirli bir dış politika konusunda uzmanlaşmanın öneminden bahsetmişti; Kıbrıs ve Yunan meseleleri üzerinde yeteri kadar uzman vardı, öte yandan bu konuların yakın gelecekte eskisi kadar adam parlatabileceği de şüpheliydi. AB’ye tam üyelik başvurusu yapılalı çok olmamıştı ama bunun beyhude bir uğraş olduğu belliydi, Dışişlerinin Türkiye’nin “niye AB’ye giremeyeceğini” hükümete münasip bir dilde anlatarak süreci olabildiğine uzatmak şeklinde özetlenebilecek rolü, içerdiği gerilimlerle aranılan engebesiz yükseliş rampası işlevini görmekten uzaktı. Oysa Ortadoğu öyle değildi, bütün krizler, savaşlar, konferanslar hep orada cereyan ediyordu. Siyasetçilere nüfuz etmek bakımından en stratejik mevki Ortadoğu Dairesiydi.

Aday Meslek Memuru Deha O, daha henüz yeni diplomatlara Bakanlığı tanıtmak ve mesleğe hazırlamak için tertip edilen temel eğitime giderken, Bakan Özel Müşaviriyle yaptığı bu geniş ufuk turu sonrası Ortadoğu uzmanı olmaya karar vermişti. Bunun için tam olarak ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Başta bu uzmanlığa talip olması halinde Arapça öğrenmesi gerekeceğini zannettiği için bu işten uzak durmasının iyi olabileceğini düşünmüş, fakat amcası onu teskin etmişti. Hariciyede Ortadoğu uzmanlığıyla sivrilmek için en son ihtiyaç duyulan şey Arapça bilmekti. Hatta aslına bakılırsa, modern Türkiye için artık çok eskide kalmış günleri yani irticayı hatırlattığı için bu pek matah sayılan bir şey de değildi. Nitekim daha sonra ezbere öğreneceği Batılı diplomatlara yönelik konuşma notları arasında, “Bakanlığımızda Arapça bilen diplomat sayısı birkaçı geçmez” şeklinde bir övünme cümlesi de vardı. 

Normalde genç memurlara hangi dairede çalışmak istediği sorulmasa da, kimseye hissettirilmeden yapılan bir ayrıcalık sayesinde Ortadoğu dairesinde göreve başlayan Deha O, mesleki kariyerinde kolayca temayüz için yapması gerekenler üzerinde kara kara düşüne durduğu bir hâlet-i rûhiyye içerisindeyken, imdadına yine Bakan Özel Müşaviri yetişmişti. Bir gün Bakana arzedilmesi gereken mutat belgeleri havi bir imza kartonunu bırakmak üzere gittiği Kalemde, kendisini görmekten dolayı duyduğu mutluluğu takındığı tebessümle belli eden Özel Müşavir ona biraz beklemesini söylemiş ve çok geçmeden odasından çıkan “Sayın Bakanımıza” hemen ayaküstü “Efendim bu genç arkadaşımız Deha O, Ortadoğu konularında özellikle de Arap-İsrail anlaşmazlığı üzerinde derin bilgi sahibidir” diyerek onu takdim etmişti. Bir an için, oracıkta Kudüs’ün statüsüne ilişkin görüş farklılıklarını tartışacağı zannına kapılan Deha O, bütün meslek hayatının başlamadan bittiği düşüncesiyle kahrolmak üzereyken, “Sayın Bakanımızın” sırtını sıvazlayarak babacan bir tavırla “Sizin gibi arkadaşlara çok ihtiyacımız var” demesiyle mest olmuştu. Böylece Ortadoğu uzmanlığı, adeta altın bir tabakta imtiyazlı bir rütbe olarak kendisine sunulan Deha O’nun bölgenin en önemli başkentlerinden biri olan Şam’a atanması hiç de zor olmamıştı. 

Peki, Deha O Şam’dan sonra bölgeye yirmi küsur yıl daha dönmeye lüzum duymadığı halde Ortadoğu uzmanı olarak kalmayı nasıl başarmıştı? Bu soruyu tevdi etme gafletinde bulunan bir şahıs – ki sizi tenzih ederim -  meselelere mantıklı yaklaşmaya çalışırken aslında Hariciye teşkilatımız hakkındaki cehaletinin derinliğini ortaya koyduğunun farkında değildir. Şöyle ki bir Hariciyecinin Ortadoğu uzmanı kabul edilmesi için Arapça bilmesi gerekmediği gibi, ilk görev yeri dışında bölgede çalışmasına da lüzum yoktur. Bu tatsız mecburiyet de Teşkilat Kanununun ilk görev yerinin görece az gelişmiş bir ülkeye atanma zorunluluğunu getirmiş olmasından kaynaklanır. Buna Hariciye jargonunda “rotasyon” denir, yani adeta döner kapı gibidir, bir tarafından girdiğinizde kendinizi kısa sürede beş yıldızlı bir otelin lobisinde, yani Batı’daki merkezlerden birinde bulursunuz. Eğer doğru tanışıklıkları kurarak etkili çevrelere iltihak etmişseniz veya zaten doğuştan imtiyazlı zümrelere mensupsanız bir daha döner kapıdan geçmezsiniz ve yan taraftaki normal kapıdan doğrudan içeri buyur edilirsiniz. Velakin Bakanlığa döner kapıdan geçmesi için alınan tayfadansanız, her tayininizde o kapıdan geçme zorunluluğuyla yüzleşebilir ve çoğu zaman bu zoraki tecrübenin sonunda imtiyazlı lobiye girmek yerine başladığınız yere geri döndüğünüzü de hayretle müşahede edersiniz. Deha O, Büyükelçilik unvanını alma arifesinde, meslektaşlarına mesleki başarılarından bahsederken, sağ elinin işaret parmağıyla Austerlitz Muharebesini nasıl kazandığını anlatan Napolyon gibi, duvarda asılı bir dünya haritasında ABD-Meksika sınırından düz bir hatla Cebelitarık’tan geçerek Anadolu’da biten farazi bir çizgiyi, gösterdikten sonra “Şam’dan sonra buradan aşağıya hiç inmedim” diye övünmüştü. “Yahu, insan bari bununla iftihar etmekten hayâ eder” demeyiniz. Bu zadegânlar, devamlı gelişmiş Batı ülkelerine isabet eden yurtdışı tayinlerini, sahip oldukları ailevi ve dostane ilişkiler ağlarının tabi bir neticesi olarak zinhar algılamadıkları gibi, böyle görülmesinden de çok rahatsızlık duyarlar. Onlara göre, kariyerlerinin takip ettiği ayrıcalıklı güzergâh yüksek kabiliyetlerinin doğal bir tezahürüdür. Hatta bu muvaffakiyeti birkaç kez birinci değil de ikinci tercihlerine gönderilmek suretiyle ağır bir şekilde mağdur edilmelerine rağmen elde etmişlerdir.

Deha O, Şam’dan sonra Washington’a atanmış ve burada Ortadoğu ve Kongre meseleleriyle ilgilenmişti. Merkeze döndüğünde getirildiği Bakan Özel Müşaviri Yardımcılığı görevi bitip de yurtdışına atanma vakti geldiğinde, Bakanlık Komisyonu, artan Ortadoğu uzmanı ihtiyacının karşılanabilmesi maksadıyla bir diplomatı Oxford Üniversitesi’ne doktora yapması için gönderme kararı almıştı. Tabiatıyla bu diplomat Ortadoğu ihtisasıyla bilinen kendisinden başkası olamazdı. Bu tür bir öğrencilik sırasında kanunlara göre bir memura verilecek maaş anlaşılabilir şekilde düşüktü. Fakat o parayı az bulan Deha O için bir formül üretilmekte zorluk çekilmemiş ve Başkâtip maaşıyla Londra’da öğrencilik yapması sağlanmıştı. Büyükelçiliğe arada bir sadece arkadaşlarını görmek için uğrardı. Henüz evlenmediği için bir partiden diğerine koşuşturduğu rüya gibi geçen bu öğrenciliğin aslında dört yıl sürmesi öngörülüyordu. Fakat hala bu Ortadoğu denen meretin ne olduğunu çözemediği için bir türlü tezini yazamamış, içlerinde sular seller gibi Arapça konuşanları az olmayan Oxfordlu profesörlere bir doktora tezi yazmak için tek kelime bile Arapça bilmeye neden gerek görmediğini bir türlü anlatamamıştı. Yine de kendisine bir iyilik yapacaklarını umuyordu. Neticede hükümeti bu doktora için tonla parayı üniversiteye yatırıyordu. Tezinin ilk taslağını vereceği günden birkaç hafta önce kütüphaneye kapandı, aldığı enerji hapları sayesinde bu süreyi en üst seviyede verimli geçirip ortaya kendi yüksek kanaatine göre fevkalade bir metin çıkarmayı başardı. Gerçi “one-a-day” adlı hapları günde üç kere alınca vücudunda beliren kızarıklıklar üzerine hastaneye gitmek zorunda kalmış, ismi “günde bir defa” olan hapın günde bir kereden fazla alınmaması gerektiğini bilmediğini anlatırken (“I didn’t know that I shouldn’t have taken one-a-day thrice a day.”) doktorun müstehzi gülüşünü yakalayınca morali ayrıca alt üst olmuştu. 

Oxford’da işler hiç de umduğu gibi gitmemişti. Öyle ki aradan geçen senelere rağmen hala üniversitenin ismini duyduğunda tüyleri diken diken olurdu. İki yılın sonunda kendisine olabilecek en nazik ifadelerle doktora programından atıldığı bildirilen Deha O, bunu sindiremeyip program direktörüyle kavga edince Londra Büyükelçisi kendisi hakkında üniversitenin dekanından bir şikâyet mektubu almıştı. O sırada Personel Dairesinin bağlı bulunduğu Müsteşar Yardımcısı, amcasının bir başka yakın dostu olmasaydı bu mesele ona daha pahalıya malolabilirdi ama mektup bir “müteferrik” dosyaya atılarak unutturulmuş, böylece iki sakinleştirici hap ve bir kaç şişe şarapla o badireyi atlatmıştı. 

Oxford’dan atılan Deha O bir an için tüm dünyanın başına yıkıldığını ve Ortadoğu mütehassıslığının artık iyice tarihe karıştığını sanmıştı. Ne kadar acemiydi, bu işleri ne kadar bilmiyordu. İlk fırsatta aradığı amcası onu teskin etti, Bakanlıkta uzman sayılmak için illa bir doktoraya sahip olunması gerektiğini ona kim söylemişti? Hem kendisine programdan atıldığını bildiren yazıda girdiği derslerin listelendiği bir sertifika verileceği söylenmiyor muydu? Bu yeter, hatta artardı bile. Nitekim bu sertifikanın yüksek lisans derecesine denk olduğunun keşfedilmesi de çok uzun sürmedi ve Bakanlık Komisyonunca Deha O’nun bu önemli başarı nedeniyle kıdemini bir yıl önceden alması uygun bulundu. 

Yine de bir teselliye ihtiyacı vardı, bunalımlı günler geçirmişti. Yeni bir başlangıç yapmasının psikolojik olarak kendisine iyi geleceği kanaatiyle yer değiştirmesine karar verildi. Almayı başardığı sertifikanın bir mükâfatı kabilinden, bir başka mühim temsilciliğe, New York’taki Birleşmiş Milletler Daimi Temsilciliği’ne atandı. Burada da tabiatıyla Ortadoğu’yla ilgili konulara bakacaktı. Hâsılı kelam, Washington’dan Londra’ya oradan New York’a geçerek, bölgeye bir daha adım atmadan uzmanlığını iyice ilerletecekti.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Arnavutlar

Arnavut ırkı -kendi dillerinde “şkiptar”-, ari ve yerli-otokton bir ırktır. Bu şu demektir; Slavlar veya Türkler gibi gelip başka bir bölgeden Balkanlara yerleşen bir ırk değildir.  Türkçe'deki Arnavut kelimesi bir güney Arnavut (Toska) aşireti olan 'Arvanit'lerin  Türkçeleştirilmiş şeklidir. Arnavutlar ülkelerine "Kartallar Yuvası" anlamında Shqiperia  (okunuşu Şkpria) derler. Diğer dünya dillerinde ise 'Albania' (Albanya) kelimesi  kullanılır.  "Kartal ülkesi" simgesi, Arnavutluk bayrağının çift  başlı kartaldan oluşan motifinin de kaynağıdır (Çift-başlı kartal figürü Hititler'den başlar, Romalılarda sarı zemin üzerinde görülür, bugün pek çok devletin bayrağında bulunur.) Balkanlar’da beş ayrı devlette yaşayan Arnavutlar, Arnavutluk ve Kosova'da çoğunluk, Makedonya, Karadağ ve Sırbistan'da (Preşova bölgesi) azınlık durumundadırlar. Arnavutluk Bayrağı Arnavutluk 'un  3 milyonluk nüfusunun yaklaşık yüzde 90'ı Arnavuttu...

Her şeye rağmen (ŞİİR ÇEVİRİSİ)

Her şeye ve her şeye rağmen Aptallığa, dalavereye ve her şeye rağmen, Yine de biliyoruz ki: insanlık  Zaferi kazanacaktır her şeye rağmen Trotz alledem und alledem, trotz Dummheit, List und alledem, wir wissen doch: die Menschlichkeit behält den Sieg trotz alledem - Ferdinand Freiligrath (ö. 1876) (Tercümesi tarafımdan yapılmıştır.)