Tüm zamanların en
iyi kitapları listelerinde daima ilk onda yer bulmakta zorlanmayan Tolstoy’un
“Savaş ve Barış” romanından altı çizili bazı satırların İngilizcesinden
yaptığım çeviriler ve kısa notlarım...
(Prens Andrei,
Napolyon ordularına karşı savaşırken, bir top mermisinin isabet etmesi sonucu
yaralanır, sırt üstü yere yığılıp gökyüzüne bakakalır.)
Üzerinde
gökyüzünden-yüce gökyüzünden başka hiçbir şey yoktu, açık değildi, ama
ölçülemeyecek kadar yüksekteydi, gri bulutlar yavaşça üzerinde hareket
ediyordu. “Ne kadar sessiz, sakin ve görkemli... (biraz önceki) koşuşturduğum
hale hiç benzemiyor” diye düşündü Prens Andrei, (etrafındaki) “koşarken, bağırırken
ve savaşırken olan hal gibi değil; (Askerlerin) kızgın ve
korkulu yüzlerindeki hal gibi değil – bulutların bu yüce, sonsuz gökyüzünde
hareket ederken ki durumu tamamen farklıydı. Nasıl olmuş da bugüne kadar bu
yüce gökyüzünü görmemiştim? Ve şimdi ne kadar mutluyum ki sonunda artık onu
biliyorum. Evet! Her şey boştu, her şey bir aldatmacadan ibaretti, şu sonsuz
gökyüzü haricindeki her şey... Onun dışında hiçbir şey, hiçbir şey (gerçek
değildi)... Ama aslında öyle bile değildi; sessizlik ve huzurdan başka hiçbir
şey yoktu. Şükürler olsun Tanrım!
Aşağıda
kıran kırana geçen, bağırış, çağırış, inleme, top ve tüfek sesleri arasında
Avrupa tarihini şekillendirecek büyük bir savaş, yukarıda her şeye
kayıtsızcasına “barış ve huzur” içerisinde yavaşça hareket eden bulutlar...
Romanın vermek istediği manayı anlatan en çarpıcı bölümlerden biri burası
gibidir. Sanki şöyle der: “Koca evrenin sessizlik içerisinde işleyen ahenginin
bir parçası olmadığı zaman insanoğlu bütün büyük ihtiras ve kavgalarına rağmen
önemsiz bir varlık halini alır.”
(Savaş sonucu
insanlar yakınlarını, evlerini, barklarını, değerli eşyalarını her şeylerini
kaybetmişlerdir ve büyük bir umutsuzluk içerisindedirler.)
Alışık
rutinlerimizin (rahatlıklarımızın) dışına çıkarılmak zorunda bırakıldığımızda, her
şeyi kaybetmiş olduğumuzu düşünürüz, oysa yeni ve güzel olan şeyler ancak böyle
zamanlarda başlar. Hayat olduğu müddetçe, mutluluk da vardır. Önümüzde bizi
bekleyen çok, pek çok şey daha vardır.
Savaş,
kaybedilenlerin gerçekten mutlu olabilmek için mutlaka sahip olunması gereken
şeyler olup olmadığını sorgulamaya yol açar. Barış zamanı iyi bir eve sahip
olmak mutlu bir hayat için çok önemsenir, oysa savaşta kaybedilen bir yakının
üzüntüsüyle kıyaslanamaz bile. Rutinlerimiz bize mutluluk mu vermektedir, yoksa
etrafımızdaki gerçekliği ve potansiyelimizi görmemize engel olan prangalar
mıdır?
“(Hapiste
geçirdiği dönemde) Pierre bütün varlığıyla ve yaşadıklarıyla öğrenmişti ki,
insan huzurlu olmak için yaratılmıştır, huzur içindedir insanın, basit temel
ihtiyaçlarla tatmin olmasını bilmektir ve bütün mutsuzluklar yoksunluklardan
değil aşırılıklardan kaynaklanır. Ve şimdi üç haftadır süren (zorunlu) yürüyüşü
sonrasında yeni, teselli edici bir başka gerçeği daha öğrenmişti- bu dünyadaki
hiçbir şey çok kötü değildi. Öğrenmişti ki, nasıl bir insanın mutlu ve tamamen
özgür olacağı bir durum sözkonusu değilse, mutsuz ve özgürlükten mahrum olacağı
bir durum da yoktu. Anlamıştı ki ıstırap ve özgürlüğün sınırları vardı ve bu
sınırlar birbirine çok yakındı...
“Pierre şimdi
anlıyordu ki, bir insanın hayatının kuvvelerini fiile çıkarması ve sahip olduğu
gücü tasarruf etmesi, buhar kazanının güvenlik vanası gibi, dikkatini bir
şeyden başkasına yöneltmekle mümkündür.
Romanın ilk
bölümü, insanların dünyadaki mutlulukları için şart gördükleri maddi zenginlik,
unvan ve makamları elde edebilmek için nasıl çabaladıklarının örneklerini
ortaya koyar. Pierre de sadece fiziken çok güzel olduğu için karakterindeki
bütün sıkıntıları görmezden geldiği bir kadınla evlenmiştir. – Hapishanedeyken kendisine
şu soruyu da sorar, “acaba şu an mı daha özgürüm, yoksa arzularım pençesinde evlilik
kararı aldığım zaman mı?”. Yukarıdaki alıntılar, romanın sonraki bölümlerindendir.
Mutluluğun, maddi kazanımlarla ilişkisinin insanoğlunun zannettiğinden çok daha
az olduğu gerçeğini anlatır.
Tehlike
yaklaştığında, bir insanın içinde aynı şiddetle konuşan iki ses belirir: biri,
mantıklı bir şekilde insana tehlikenin yapısı ve bertaraf edebileceği yollar
üzerinde düşünmesini söyler; diğeri ise daha da mantıklı bir şekilde tehlike
üzerinde düşünmenin çok acı verici ve korkutucu olduğunu, insanın her şeyden
emin olma ve olayların genel akışından kurtulma gücünün bulunmadığını; ve bu
yüzden acıveren konuyu zamanı gelene kadar bir tarafa bırakmanın ve rahatlık
veren şeyler üzerinde düşünmenin en iyisi olduğunu salıklar. Bir insan,
yalnızken genellikle ilk sesi dinler, toplum içerisindeyken ise ikincisini.
Friedrich Nietzsche, "Tek tek kişilerde cinnet nadirdir, ama gruplar, partiler, milletler ve devirlerde bu bir kuraldır" der. İnsanın
sadece kendisini ilgilendirdiğini düşündüğünü tehlikelere karşı gösterdiği
hassasiyetin, aslında etkileri bakımından aynı, hatta daha da kötü olabilecek
toplumsal tehlikelere göstermemesinin psikolojisini anlatıyor. Galiba en doğru
olanı, insanın kendine yönelik hissettiği tehlikelere karşı daha az endişeli,
toplumsal tehlikeler sözkonusu olduğunda ise daha fazla tepkili olmasıdır.
"Eğer herkes inandıkları için savaşıyor olsaydı, bugün ortada savaş diye bir şey olmazdı."
"İnsanların çoğunluğu olayların genel gidişatına ehemmiyet vermez, o günkü kişisel çıkarlarına göre davranırlardı. Ve bu insanlar, o zamanın en yararlı (etkili) kişilikleriydi."
Tolstoy'a göre, insanları savaşmaya götüren asıl unsur sanıldığı gibi milliyetçilik ve benzeri ideolojik tutumları içeren inançlar değil, kendi kişisel arzu ve çıkarlarıdır, ki bu romanın ana fikri olan tarih felsefesini yansıtır. Bu böyle olduğundan, tarihi yapıcılığı bakımından o insanlar, büyük liderlerden - mesela Napolyon veya Rus Çarı'ndan - daha önemlidir.
İnsanların neyin doğru, neyin yanlış olduğunu muhakeme edecek durumda oldukları söylenemez. İnsanoğlu ezelden beri yanılmıştır ve başta doğru ve yanlışın ne olduğuna ilişkin düşünceleri olmak üzere yanılmaya devam edecektir.
Prens Andrei'nin, insanların ahlak ve erdem konularında yanıldıklarına ilişkin düşüncesi romana hakimdir. Romandaki tüm karakterler, yaptıklarının kendi aileleri ve toplum için en doğru olan olduğuna samimiyetle inanmakta olsalar da bu onların yanlışlar yapmasını engellememektedir. Tarihin itici gücü, her bireyin kendisi için doğru olduğuna inandığı istikamette gerçekleştirdiği hareketlerin toplamıdır.
Prens Andrei'nin, insanların ahlak ve erdem konularında yanıldıklarına ilişkin düşüncesi romana hakimdir. Romandaki tüm karakterler, yaptıklarının kendi aileleri ve toplum için en doğru olan olduğuna samimiyetle inanmakta olsalar da bu onların yanlışlar yapmasını engellememektedir. Tarihin itici gücü, her bireyin kendisi için doğru olduğuna inandığı istikamette gerçekleştirdiği hareketlerin toplamıdır.
Bir Fransız
kendinden emindir, çünkü kendisinin kişisel olarak, hem kafa hem beden olarak,
kadın ve erkekler bakımından karşı koyulmaz çekicilikte olduğunu düşünür. Bir
İngiliz kendinden emindir, dünyanın en düzenli / teşkilatlı devletinin
vatandaşıdır ve bu nedenle bir İngiliz her zaman ne yapması gerektiğini bilir
ve yine bilir ki bir İngiliz olarak yaptığı her şey şüphesiz doğrudur. Bir
İtalyan kendinden emindir çünkü heyecanlıdır ve kolaylıkla kendisini ve diğer
insanları unutur. Bir Rus’un kendinden emin olmasının basit bir nedeni vardır,
çünkü hiçbir şey bilmez, ve hiçbir şey bilmek de istemez, bu yüzden hiçbir
şeyin bilinebileceğine de inanmaz. Almanların kendine güveni ise en kötüsüdür,
diğerlerinden daha güçlüdür ve iticidir, çünkü kendisinin doğruyu bildiğini
düşünür, doğruyu yani bilimi... onu icat eden bizzat kendisi olsa da Alman için
kesin gerçekliktir.
Nasıl
bekleyeceğini bilene her şey zamanında gelir... En güçlü savaşçılar şu
ikisidir; zaman ve sabır.
Sevgi bizatihi
hayatın kendisiydi. Anladığım her şeyi, bu sevgiyle anladım. Her şey, ama her
şey ben sevdiğim için vardı. Her şey sadece onunla bir bütünlük halini alıyordu.
Sevgi, Tanrıydı ve ölmek, o sevginin bir partikülleri olarak, benim genel ve
sonsuz kaynağa dönüşüm demekti. (Prince Andrew’in
yaralı halde düşünceleri...)
Yaşamı sevmek,
Tanrıyı sevmektir. Daha zoru ve hepsinden daha kutsalı ise bu yaşamı bütün ıstıraplarıyla
sevmektir.
Tesbitler güzel, beğenerek okudum. Teşekkür ederim.
YanıtlaSilBu yorum yazar tarafından silindi.
Sil