Ana içeriğe atla

Yaşanmış efsaneler...

Sık sık yaşanması nedeniyle sıradanlaşmış olağanüstülüklerle dopdolu bir dünyada, insanoğlunun “akıl almaz” hikayelere inanma arzusunu anlamak zordur. Gerek insan hayatında gerekse doğada daima müşahade edilen sayısız “sıradışı” sayılabilecek haller varken, bunlar yerine olma ihtimali münakaşa konusu söylentiler üzerinde durmak zaman israfı değil midir? Örneğin ters akıntıya karşı yüzerek önlerine çıkan şelaleleri bile atlayıp yumurtlama yapacakları yere giden balıklar... Bilimadamları balığın ters akıntıda şelaleden atlamasının bir insan için bir kaç katlı bir binaya yerden zıplamasıyla aynı anlama geldiğini belirtir. 

Efsaneler genellikle yaşanmış bir olaya dayanır, fakat zaman içerisinde insan muhayyilesi ona yeni unsurlar ekler, hikaye nesilden nesile aktarılırken “kulaktan kulağa” oyunundakine benzer bir şekilde her defasında gerçeğinden biraz daha uzaklaşır. Efsaneler toplumların kültürel ve sosyo-psikolojik yapılarına ilişkin değerli bilgiler verdiğinden önemlidir, bu yüzden yazılı kaynaklarda ne şekilde anlatıldığını, farklı versiyonları olup olmadığını merak ederim. Her zaman efsanenin aslının dayandığı muhtemelen “çok daha alalade” olayın ne olabileceğine ilişkin fikirler yürütmeyi severim, bunu isteyerek yaptığım da söylenemez, bazen kendiliğinden bir bilmece çözer gibi ne yaşanmış olabileceğine ilişkin fikirler yürütürken bulurum kendimi. Özellikle bana oldukça sıkıcı gelen bazı efsanelerde halkı bu kadar etkileyenin ne olduğunu anlamaya çalışırım, pek çok unsurunu “akılla bağdaştıramadığım” hikayenin, kendisine inananları cezbeden taraflarını hissedebilmekte başarısız olduğum da çoktur. Bende “gerçek hayattan alınma” olduğunu iddia eden kötü bir film etkisini yapanların sayısı az değildir. 

Maiya (Maija) efsanesini duyduğumda da benzer tepkiler verdim, önce gerçeğinin ne olabileceğini düşünmeye başladım. Fakat bu sefer beni bir süpriz bekliyordu, şöyle ki “mahkeme zabıtlarına” geçmiş bir efsane sözkonusuydu, yani her ayrıntısı ispatlıydı... Bunun benim için anlamı şuydu; ilk defa bir efsaneye tamamıyla inanmak, içerisine girebilmek mümkün hale gelmişti... Bu nedenle, hikaye günlerce peşimi bırakmadı.

Tarih Mayıs 1601’dir... İsveç-Polonya savaşları tüm şiddetiyle sürmektedir. İsveç ordusunun kuşattığı Livonya’daki Turayda Kalesi’ni savunan şövalyeler yemin ederler, vatanımızı ve onurumuzu teslim etmektense sonuna kadar savaşıp ölürüz... Ve kanlarının son damlasına kadar savaşıp ölürler... Kale katiplerinden Greyf, çekirge sürülerinin tarladan geçişi gibi yağmalanmış ve katledilmiş kale ahalisinin cesetleri arasından yükselen bir sesle irkilir, bu bir bebeğin ağlayışıdır. Greyf, küçük bebeği ölmüş annesinin kollarında ağlarken bulur. Ve onu kendi kızlarıyla birlikte, kendi kızı gibi büyütmeye söz verir kendine... Adını onu bulduğu aya nispetle Maiya koyar. Çünkü Mayıs, yeşiller ve çiçekler içinde kırmızı bir hayal gemisi gibi adeta göklere yükselen Turayda Kalesi’nin en güzel, en efsunlu ayıdır. Maiya büyüdükçe güzelleşir, güzelleştikçe adı nam salar, ona “Turayda’nın Gülü” derler. Yirmisine geldiğinde, yakınlardaki Sigulda kalesinde bahçıvan olan Viktor ile nişanlanır, Maiya ve Viktor, Gauja nehrine bakan yüksek ve geniş Gutmanis Mağarasının önünde sık sık buluşurlar. 

Hikayenin kötü kahramanı Polonyalı bir paralı asker olan Jakubovsky’dir, Maiya’ya aşkı karşılık bulmamış, bu onu kızdırmıştır. Arkadaşı Skudritis ile hain bir plan yaparlar ve Maiya’yı Viktor’un kaleminden çıkmış gibi gösterdikleri bir pusulayla Gutmanis Mağarasına çağırırlar. Zavallı Maiya, yanında her zamanki gibi sekiz yaşındaki üvey kardeşiyle birlikte mağaraya geldiğinde bir tuzağa düştüğünü anlar. Jakubovsky kendisine zorla sahip olmak istemektedir. Kurtulma ihtimalinin olmadığını hisseden Maiya bu kötü adama, boynuna sarılı kırmızı şalın “büyülü” olduğundan, eğer kendisini bırakırsa bu şalı ona vereceğinden bahseder. Jakubovsky önce buna inanmaz ve güler, Maiya ısrar eder ve kılıcının şalını kesemeyeceğini deneyerek görebileceğini söyler. Maiya’nın kendinden emin tavırları ve böyle bir kılıç darbesinin onu öldürebilme ihtimalini bu kadar hafife alıyor olması Jakubovsky’yi şaşırtır, o dönem insanlarının hurafelere inanma temayülü güçlüdür. Jakubovsky kınından çektiği kılıcını vargücüyle Maiya’nın kırmızı şalına doğru sallar, Maiya cansız bir şekilde yere yığılır. İşlediği cinayetin korkusu ve suçluluk psikolojisiyle ormanlara kaçan Jakubovsky sonunda kendini bir ağaca asar. Aynı günün akşamı mağaraya gelen Viktor, nişanlısının cansız bedeniyle karşılaşınca koşarak Turayda kalesine yardım istemeye gider. Bu arada elindeki baltayı mağarada bırakmıştır, bu nedenle cinayeti kendisinin işlediği düşünülür, hatta ölüme mahkum edilir. Fakat olaylara şahit olan Skudritis’in pişman olarak her şeyi anlatması üzerine masum olduğu ortaya çıkan Viktor beraat eder. Maiya, Turayda kalesindeki kilisenin yanındaki mezarlığa gömülür. Bugün o mezarlıktan geriye kalan tek kabir Maiya’nınkidir, ortasında Viktor’un diktiği söylenen eski ıhlamur ağacı bulunan mezara düğün günlerinde gelin ve damatlar tarafından çiçekler bırakılması bir adet halini almıştır. 


Maija'nın Mezarı


Bir Roma mezar taşında yoldan geçip gidenlere adeta şöyle yalvarılır, “Nolur, bir dakika durun, burada yatan kişi şerefli bir hayat yaşamış falancadır, her zaman itibarlı ve iyi bir insan olarak bilindi, onu unutmayın. Şimdi artık yolunuza devam edebilirsiniz...” Bu mezar taşı, insanoğlunun ölümsüzlüğü arama çabasının acıklı ve eğlenceli bir tecessümü gibidir. Nice yerel “soyluların”, “büyüklerin”, “önemli ailelerin” kabirlerinin bulunduğu rahatlıkla tahmin edilebilecek Turayda mezarlığında onlardan tek bir taş bile kalmamışken öksüz ve yetim bir genç kızın sade mezarı bir türbe gibi hala ziyaret edilir... Sevgisine ihanet etmemek için ölüme hiç tereddüt etmeden koşan Maiya ortaya koyduğu bu vefa ve dürüstlükle ölümsüzlük kapısını aralar. 

Büyük sonuçlara yol açan hadiselerin öylesine alalade ve anlık hakiki bir yaşanmışlığa (cesarete, vefaya, kahramanlığa) dayanmasını algılamakta güçlük çeken insanoğlu, hikayenin kahramanlarına tanrısal güçler atfederek bu açmazı çözmeye çalışır. Truva Efsanesinde Hektor’un kahramanlığı hem kendi ailesinin hem halkının şerefi için Aşil karşısında kaybedeceği çok muhtemel olan bir düelloya çıkmakta tereddüt etmemesinde yatar. Bu kahramanlık, olaya şahit olan herkesin kafasına ve gönlüne kazınır. Böylece Aşil belki Truva kalesini işgal etmeyi başarır ama kendini feda eden Hektor halkının izzetini korur. Aşil'in vurulduğu topuk asıl burasıdır, Hektor ölüme koşarak Truva'nın fethedilmesini önlemiştir, Aşil'e düşen rol zorba bir işgaldir. Roma İmparatorluğunun kurucu efsanesi bile bir şekilde kendisini Truva’ya dayandırarak bu izzetten pay devşirir. Efsanenin geri kalan her unsuru aslında bu kahramanlığı vurgulamak, daha fazla yüceltmek için eklenmiş ilginçlikler gibidir.

Artık efsanelerin çoğunun aslında gerçek bir hikayeye dayandığına daha fazla inanıyorum. Maiya’nın hikayesi mahkeme zabıtlarıyla kayıt altına alınmamış olsaydı, kimbilir ne tür değişikliklerle bize ulaşmış olacaktı. Ve bu sadeliğinde muhteşemleşen güzel hikaye, nice fevkaladeliklere boğulacaktı.


Turayda Kalesi

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Arnavutlar

Arnavut ırkı -kendi dillerinde “şkiptar”-, ari ve yerli-otokton bir ırktır. Bu şu demektir; Slavlar veya Türkler gibi gelip başka bir bölgeden Balkanlara yerleşen bir ırk değildir.  Türkçe'deki Arnavut kelimesi bir güney Arnavut (Toska) aşireti olan 'Arvanit'lerin  Türkçeleştirilmiş şeklidir. Arnavutlar ülkelerine "Kartallar Yuvası" anlamında Shqiperia  (okunuşu Şkpria) derler. Diğer dünya dillerinde ise 'Albania' (Albanya) kelimesi  kullanılır.  "Kartal ülkesi" simgesi, Arnavutluk bayrağının çift  başlı kartaldan oluşan motifinin de kaynağıdır (Çift-başlı kartal figürü Hititler'den başlar, Romalılarda sarı zemin üzerinde görülür, bugün pek çok devletin bayrağında bulunur.) Balkanlar’da beş ayrı devlette yaşayan Arnavutlar, Arnavutluk ve Kosova'da çoğunluk, Makedonya, Karadağ ve Sırbistan'da (Preşova bölgesi) azınlık durumundadırlar. Arnavutluk Bayrağı Arnavutluk 'un  3 milyonluk nüfusunun yaklaşık yüzde 90'ı Arnavuttu...

Her şeye rağmen (ŞİİR ÇEVİRİSİ)

Her şeye ve her şeye rağmen Aptallığa, dalavereye ve her şeye rağmen, Yine de biliyoruz ki: insanlık  Zaferi kazanacaktır her şeye rağmen Trotz alledem und alledem, trotz Dummheit, List und alledem, wir wissen doch: die Menschlichkeit behält den Sieg trotz alledem - Ferdinand Freiligrath (ö. 1876) (Tercümesi tarafımdan yapılmıştır.)

BOZUK SAAT (I)

Büyükelçi Deha O’nun saat merakı hariciyeye intisabıyla başladı. O sıralar Bakanlıkta Genel Müdür olan amcasından, saatinin durması yüzünden sabah erken saatlerde gerçekleşen önemli bir toplantıya nasıl geç kaldığını, amirinden işittiği azarı ve bu olayın etkisiyle meslek hayatının geri kalan bölümünde ihtiyatlı hareket ederek her zaman iki saat kurmadan yatmadığını defalarca dinlemiş olmasının etkisiyle kendisi memuriyetinin daha ilk günlerinden itibaren bir değil iki saatin ziliyle uyanmayı adet edinmişti. Üç yıl sonra ilk yurtdışı tayinine çıkıp da yeni evine yerleştiğinde, her sabah aynı saatleri görmenin sıkıcılığından kurtularak hayatına biraz renklilik katmak istediğinden olsa gerek bir üçüncü saat daha aldı. Sonrasında her gittiği yabancı şehirden bir yâdı cemil olarak satın aldığı saatlerden küçük bir koleksiyon oluşturdu. Tabiatıyla saatlerin sadece ikisini uyanmak için kurar, geri kalanları ise süs eşyaları gibi evinin farklı odalarına dağıtırdı. Büyükelçi olarak atandığı bu...