Merkeze döndüğünde mutlaka Müsteşar Yardımcısı koltuklarından birine oturmak isteyen Büyükelçinin en büyük korkusu unutulmaktı. Biraz aktif olmazsa bu hedefini gerçekleştirebilmesinin iyice zorlaşacağını hissediyordu. Görev yaptığı Sapagonya, Türkiye’yle siyasi ve ekonomik ilişkileri orta büyüklükte olan bir Batı ülkesiydi. Bu yüzden kendini gösterebileceği her fırsatı değerlendirmeye çalışıyor, Türkiye’den gelen irili ufaklı tüm heyetlere ülkeye yaptığı önemli katkıları hatırlatarak bir haksızlığa uğramanın önünü almaya çabalıyordu. Mesela kimse bilmez, Ankara-İstanbul arasındaki hızlı tren hattının banisi kendisi sayılırdı. Merkezdeki görevi sırasında Başbakanlık yetkilileriyle bir toplantı marjında çay içerken, Avrupa ve Amerika’daki engin deneyimlerine dayanarak Türkiye’nin bu iki önemli şehri arasına hızlı bir tren hattı çekilmesinin yararlarından bahsetmişti. Büyükelçi bilahare bu fikrin nasıl hayata geçirildiğine ilişkin ayrıntıları bilmiyordu, zaten bu çok da önemli değildi. Gerçi nezaketen de olsa kendisini bir arayıp bu müthiş fikir için teşekkür edilmesini beklerdi ama iktidardaki görgüsüzler bu tür inceliklerden mahrumdu. Ülke kalkınmasına yaptığı bu mühim katkıyı, hatta hattın pek düzgün yapılıp işletilememesinin nedeninin tavsiyelerinin tam olarak dinlenilmemesiyle ne denli alakalı olduğunu emekliliğinde yazacağı anılarında hatırlatması gerekecekti.
Büyükelçiye göre Bakanlığa girdiği andan itibaren yaptığı her işle ülkenin kaderine bir şekilde damga vurmuştu. Fakat bu gerçeği, kendisini deli gibi kıskanan meslektaşları örtmeye çalışıyorlardı. Şöyle Bakanlıktaki tüm diplomatları gözden geçirdiğinizde Büyükelçi ayarında memuriyeti ve entelektüel derinliği olan bir başkasını bulmanız mümkün değildi. Bir keresinde bir Hristiyan din adamıyla teslis üzerine tartışmaya girmişti. Büyükelçi bu üçlüde bir hata yapıldığına inanıyordu, muhatabı merakla bunun ne olduğunu sorduğunda “ben” demişti. Zavallı rahip şaşkınlığından oturduğu koltuktan düşmek üzereyken, meseleyi toparlamış, “yani insan, kul, birey anlamında” deyivermişti.
Büyükelçinin kendisini gösterebilmek için yaptığı son büyük teşebbüs adeta hezimetle sonuçlanmıştı, o yüzden hatırlamak bile istemiyordu. Sapagonya Dışişleri Bakanlığı o güne kadar görülmemiş bir şekilde 24 Nisan’da 1915 olaylarına ilişkin Ermenilerin hoşuna gidecek tarzda bir açıklama yapmıştı. Aslında Ermeni meselesine ilişkin Parlamentoların aldıkları kararlar ve bu tür resmi açıklamalar artık neredeyse kanıksanır hale gelmişti. Türkiye’nin hepsine birden sert tepki vermesi halinde dünyanın yaklaşık yarısıyla diplomatik ilişkilerinin gerilmesi gerekecekti. Bu yüzden pek çok Büyükelçilik bu tür açıklamaları, mevcut konjonktürü hatırlatarak o ülkeye veya o seneye özel yeni bir durum olmadığı şeklinde yumuşatıcı raporlarla Ankara’ya bildiriyordu. Fakat Sapagonya Büyükelçisi öyle yapmadı. Bunu kendisini gösterebileceği önemli bir fırsat olarak görmüştü ve Merkeze zehir zemberek bir kripto yazarak açıklamaya seyirci kalınırsa - hükümetin zaten çökmüş olan - Ermeni siyasetinin artık iyice enkaza döneceği uyarısında bulundu. Bunun üzerine Ankara, beklediği gibi, derhal Sapagonya Dışişleri Bakanlığına giderek en üst seviyede, en sert şekilde bu beklenmedik açıklamayı kınadığımızı bildirmesi talimatı gönderdi. Eğer ayaklarını denk almazlarsa tüm ilişkilerimizi yeniden gözden geçirmemiz mevzubahis olacaktı. Büyükelçi aldığı bu talimatın verdiği güvenle dışişleri bakanlığına gitmiş, kendinden geçmiş olduğu halde attığı uzun nutkun sonlarına doğru Sapagon yetkiliye baktığında şaşkın bir yüz ifadesiyle karşılaşmıştı. Muhatabı ona Türkiye’nin bu tepkisinden dolayı adeta şok içerisinde bulunduğunu söyledi, çünkü Ankara’da bu denli kızgınlığa neden olan açıklama, Türk Başbakanın o sene Ermenilere yönelik yaptığı ve uluslararası medyaya “özür” olarak lanse edilen metinden alınan ifadelerden oluşturulmuştu. Yaptıkları iş büyük ölçüde sadece sözkonusu açıklamayı Türkçe’den Sapagonca’ya çevirmekten ibaretti. Bunu Türkiye’yi rencide etmemek için özellikle yapmışlardı. Büyükelçi muhatabına ne diyeceğini bilemez gözlerle baktı. Aldığı cevabı olduğu gibi Ankara’ya iletirse Başbakanın hiddetini çekebilirdi, bu nedenle olabildiğince uzun ve anlaşılması güç cümle yığınları arasına çaktırmadan sıkıştırdı ve Merkezdeki dostlarını da arayarak yardımlarını almak suretiyle meseleyi hızlıca kapatmak zorunda kaldı.
Büyükelçi’ye bu olay yıllar önce yaşadığı talihsiz bir başka hadiseyi hatırlattığından neredeyse kaderine isyan noktasına gelmişti. Aragonya’da Sefaret Müsteşarı görevini yürütürken, Türkiye konulu bir panelde yabancı bir politikacının “Ankara’nın Kürtlere yönelik siyasetinde zıvanadan çıktığını, Kürt bayrağındaki renklerle aynı olduğu gerekçesiyle bölgedeki trafik lambalarını bile değiştirmeye başladığını” iddia etmesi üzerine hiddetlenerek “artık bunun apaçık tezvirata ve Türk düşmanlığına” girdiğini belirten bir müdahalede bulunmuştu. Özellikle infial halinde bir teatrallikle süslediği konuşmasını bitirdiğinde, gözleri Anadolu Ajansının muhabirini aramış ve ertesi günü basında onu destanlaştıracak şekilde çıkacağına emin olduğu haberin ilk cümlelerini yüzünden okumaya çalışmıştı. Fakat öyle olmamıştı. Çünkü maalesef haber doğruydu, kim bilir hangi yetkilinin hangi şoven duygularının hezeyana kalktığı bir anda aldığı bir karar neticesi böyle bir uygulamaya başlanmış, fakat bereket versin ki devlet aklı büsbütün aklıselimini yitirmediğinden olsa gerek, iş iyice ayyuka çıkıp da dünya aleme rezil olmadan ışıkların değiştirilmesine son verilmişti. Bu nedenle, Türk diplomatların bu meseleyi “kısık sesle” inkar etmesi ve olabildiğince unutturmaya çalışması daha makul bir strateji olacaktı. Taltife yol açacak bir neticeyi hayal ederken, istihfafla karşılanan gereksiz müdahalesini nasıl unutturabileceğini düşünme noktasına gelmişti.
Büyükelçi’nin çok çalıştığını ve Müsteşar Yardımcılığı görevini hakettiğini kanıtlamak için uyguladığı bir yöntem Bakanlığa ortalama her gün dokuz-on kripto ve açık telgraf çekmekti. Diğer Büyükelçiliklerin, özellikle de kendisine rakip gördüklerinin o yıl çektikleri toplam kripto ve telgraf sayılarını sık sık kontrol ettiriyor ve onlardan en az yüz-yüz elli sayı önde olduğunu gördükçe mutlu oluyordu. Sefaretteki tüm diplomatlar bu telgrafları yetiştirebilmek için sabah 9’dan akşam bazen 10’lara kadar harıl harıl çalışıyorlardı. Büyükelçi kendisine nezaket ziyaretinde bulunan Türk işadamlarıyla olan görüşmelerini bile sanki çok hassas bilgiler edinmiş gibi, tabiatıyla biraz abartmak suretiyle kriptoya döküyordu. Bir süre sonra artık gözünü yükseklere dikti ve görev yaptığı Büyükelçiliğin görece az olan iş hacmine bakmayarak telgraf sayısında Washington, Berlin, Londra gibi Büyükelçiliklere yetişmeye karar verdi. Fakat maiyetinde görev yapan memurlara yazdıracağı konu bulmakta zorlanmaya başlamıştı. Kendisi pek farkında değildi ama bazı telgrafları Bakanlıkta epey alay konusu oluyordu. Bunlardan biri şu şekilde başlıyordu; “Başkentteki bir lokantada yedikleri yemekten zehirlenerek hastaneye kaldırılan yedi kişiden birisinin öldüğü basında yer alan haberlerde bildirilmektedir. Konuya ilişkin olarak muhalefet partilerinin restoranların yeterince teftiş edilmediği iddiasıyla hükümeti eleştirmeleri beklenmektedir. Ölen kişinin kendi halinde bir işçi olduğu öğrenilmiştir. Olayda herhangi bir komplo şüphesinden henüz bahsedilmemektedir.” Büyükelçi bir dostunun “sadece önemli konularda telgraflar yazmasının” kendisi için yararlı olacağını belirten uyarı telefonundan, muhtevaya daha fazla odaklanması gerektiğini anladı. İşte tam bu sırada, Sapagonya hükümeti Anayasa’nın yüksek mahkemelere ilişkin düzenlemelerini ilgilendiren bir maddesinin değiştirilmesi teklifini Meclis’e sununca, Büyükelçi bu gelişmeye adeta, bir Almanca deyişle söyleyecek olursak, geri üstü suya zıplar gibi (Arschbombe) atladı. Sefaretteki tüm diplomatları hemen odasına çağırıp bir toplantı düzenledi, bunun çok kritik bir değişiklik olduğunu, gelişmeleri çok ayrıntılı bir şekilde ve an be an Ankara’ya bildirmek gerektiğini, hepsinden özveri göstererek daha fazla çalışmasını beklediğini söyledi. Böylece kripto yağmuruna da start verdi. Anayasa değişikliği öncesi konuyla ilgili Bakanlığa 40 kadar kripto çekti. Maiyetindeki diplomatları bilgi almak ve böylece daha da çok telgraf çekmek üzere durmadan Sapagonya Meclisi ve Dışişleri Bakanlığına gönderiyordu. Sapagonya yetkilileri, Türkiye’nin kendisiyle uzaktan yakından alakası olmayan bir anayasaya değişikliğine ilgisini anlamaya çalışıyorlardı, Meclis konuyu Dışişleri Bakanlığına sormuş, Dışişleri Bakanlığı ise belki onların göremedikleri bir şey olabileceği zannıyla Sapagonya’nın Ankara Büyükelçiliğini aramış, fakat işin içinden çıkamamışlardı. Konuya ilişkin Sapagonya Dışişleri Bakanlığından yeniden bir görüşme talebinde bulunan Büyükelçilik Müsteşarı, “bu konuyla neden bu kadar yakından ilgilendikleri” sorusuna muhatap olunca ne diyeceğini bilemez halde “Çünkü Sapagonya bizim için çok önemli bir ülke” gibi laflar gevelemişti. Anayasa değişikliğinden on beş gün kadar sonra Büyükelçi, telgraf sayılarını kontrol ettiğinde Berlin Büyükelçiliğininkinin yaklaşık yarısına ulaştıklarını tespit etti. Zannınca bu çok önemli bir başarıydı, çünkü kendi Büyükelçiliğindeki diplomat sayısı Berlin’dekilere kıyasla epey azdı. Eğer bir iki memuru daha olsa, telgraf sayısında Berlin gibi sefaretlere yetişebilirdi. Bu düşünceyle hemen bir kripto yazdırarak, artan telgraf trafiği istatistiklerini bahane göstermek suretiyle Bakanlıktan ilave memur talep etti. İşte bu son hamlesi, Sapagonya Büyükelçiliğinin kripto yağmurundan gına getirmiş Bakanlık üst düzeyinde bardağı taşıran son damla oldu. İlgili Müsteşar Yardımcısı, Büyükelçiyi arayarak çekilen telgrafların sayısından çok içeriğini önemsediklerini, öte yandan Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren konulara odaklanılmasını beklediklerini, bu hususlara dikkat edilirse zaten ilave memura ihtiyaç da kalmayacağını lisanımünasiple bildirdi.
Büyükelçinin bu son hadiseden sonra morali iyice bozulmuştu ve Müsteşar Yardımcılığını engellemek için düşmanlarının canla başla çalıştıklarına dair inancı da artmıştı. Fakat üst üste uğradığı haksızlıkları sona erdirecek fırsat ona hiç beklemediği bir yerden geliverdi. Bir gün sekreteri ona Başbakanın Özel Müşavirinin aradığını bildirmişti. Heyecandan adeta küçük dilini yutacak hale gelmiş ve telefonu ayakta hazırol vaziyetinde almıştı. Büyükelçilik boş olan Sekreterlik pozisyonu için yakında sınav yapacaktı. Özel Müşavirin yeğeni de bu sınava girecekti. Telefonun sebebi hikmeti buydu. Konuyu açtığı dostları ona Özel Müşavirin etkili bir şahsiyet olduğunu, bu nedenle ne yapıp edip yeğenini Sekreter olarak almasının önünü açabileceğini söylemişlerdi. Fakat bir konuda uyarmışlardı, ihtiyatlı hareket etmekte yarar vardı, kendisi şahsen kesinlikle sınav komisyonunda olmamalı ve mülakata katılmamalıydı, sınavla ilgili işleri Büyükelçilikte görevli Müsteşarlardan “tanıdık olmayanlardan” birine yaptırması da iyi olacaktı, ileride mesele ortalığa saçılırsa kurban edilecek biri lazım olabilirdi. Büyükelçi özel yakınlığı bulunmayan bir diplomata bu tür hassas bir operasyon için güvenemeyeceğinden ona açıktan ne yapması gerektiğine ilişkin bir talimat veremezdi. Onu çaktırmadan yönlendirmesi gerekecekti.
Yazılı sınavı geçmeyi başaran beş aday vardı ve bunlardan birinin diğerlerinden çok daha fazla ehil olduğu sözlü mülakat sırasında da açığa çıkmıştı. Özel Müşavirin yeğeni hem iş tecrübesi hem de yabancı dil bilgisi bakımından bu öne çıkan adayın çok gerisindeydi. Sınav Komisyonunda görevli üç diplomattan ikisi “laf dinleyen” cinstendi, ama Komisyon Başkanlığını bu şekilde temayüz etmemiş bir Büyükelçilik Müsteşarı yürütüyordu. Karar aşamasına gelindiğinde, Müsteşar diğer iki meslektaşıyla anlam veremediği bir fikir ayrılığı yaşadığını gördü. Onlara göre iki güçlü aday vardı, tahmin edebileceğiniz gibi bu ikinci güçlü aday Özel Müşavirin yeğeniydi. Komisyondaki bu anlaşmazlığa ilişkin gizlice bilgilendirilen Büyükelçinin keyfi kaçmıştı. Mülakat aşamasında işin tereyağından kıl çeker gibi halledileceğini umuyordu ama ortaya çıkan bu güçlü aday planları alt üst etmişti. Müsteşarı yanına çağırdı, onunla biraz daha açık konuşması gerekecekti. Ona şöyle dedi; “Komisyonda bir görüş ayrılığı yaşanmış. Anladığım kadarıyla iki aday hemen hemen aynı seviyede. Belki bilmiyorsundur adaylardan biri Başbakanın Özel Müşavirinin yeğeni. Ben adil bir sınav gerçekleşsin diye bu bilgiyi sizinle paylaşmıyordum. Şimdi sen yüzde yüz kendinden eminsen, senin beğendiğin adayı alalım. Ama bu konu soruşturmaya maruz kalırsa, senin diğer iki Komisyon üyesini kendi adayının alınması için ikna ettiğin meselesi ortaya çıkabilir, bu senin için iyi olmayabilir.”
Müsteşar, Büyükelçinin odasından çıktığında başından kaynar sular dökülmüş gibiydi. Sınavın en başarılı adayı, bir anda “onun adayı” oluvermişti. Diğer iki diplomatın Büyükelçiyle farklı bir ilişki içerisinde olduklarını biliyordu. Her şeyi anlamıştı. Yapabileceği pek bir şey yoktu. Sınav Komisyonu Müşavirin yeğenini işe almaya karar verdi. Büyükelçinin biraz zorlanarak da olsa, kariyeri bakımından kritik öneme haiz bir operasyonu başarıyla tamamladığı için keyfine diyecek yoktu. Müsteşarı yanına çağırdı, ona dört dörtlük gerçekleştirdiği sınav süreci için teşekkür etti. Fakat daha yapacakları bitmemişti. İşe başlayacak imtiyazlı yeğene şöyle diyecekti; “Aslında iki güçlü aday vardı, Büyükelçi terazinin kendisinin olduğu tarafa hafifçe dokunmuştu.” Büyükelçinin beklentisi yeni Sekreterin bu sözleri amcasıyla paylaşacağı şeklindeydi.
Bir yıl sonra Büyükelçinin Merkeze dönüş vakti yaklaştığında, Müsteşar Yardımcılıklarından birine atanacağı kendisine bildirildi. Sevinçten adeta uçacaktı, korkuları boşa çıkmış, Bakanlık kendisini unutmamış, yaptığı değerli hizmetleri takdir ettiğini göstermişti. Bu atanma kararına ilişkin üst düzey zevatın kafasında bazı gereksiz şüpheler vardıysa da bunları özellikle yazmış olduğu, Türk dış politikasının görev yaptığı bölgedeki dinamikleri ve potansiyelini ortaya koyan iki değerlendirme telgrafının tamamen ortadan kaldırdığını düşünüyordu. Aslında Müsteşarına yazdırmış, kendisi bir kaç virgül, nokta eklemek ve tapaj hatalarını düzeltmek dışında katkıda bulunmamıştı ama orası önemsiz bir ayrıntıydı.
Ankara’da yeni görevine başladığı gün Bakan Yardımcısı hoş bir sürpriz yaparak kendisini yeni makam odasında nezaketen tebrik etmeye geldi ve ikram edilen çayı yudumlarken şöyle dedi; “Aslında boşalan Müsteşar Yardımcılığı koltuğu için iki güçlü aday vardı, fakat Müşavirinin sitayişkâr sözleri üzerine Başbakanımız terazinin sizden yana olan tarafına hafifçe dokunmakta sakınca görmedi.”
Yorumlar
Yorum Gönder