Bakanlığa girişi de, hatta başkâtiplik sınavını geçişi de baba dostlarının ali himmetleri sayesinde olmuş ve bunu kimsenin ruhu bile duymamıştı. Öncelikle mezun olduğu bölüm Bakanlığa meslek memuru olarak girebilmesi için uygun değildi. Teşkilat Kanunu, felsefe bölümü mezunlarının sınava başvuruda bulunmasına bile izin vermiyordu. Fakat bunlar babası için önemsiz sayılabilecek engellerdi. Çünkü vakti zamanında, salahiyetli zatların kurnaz bir müdahalesiyle, bu Kanunun ilgili maddesine “Bakanlıkça uygun görülen özel durumlar haricinde” şeklinde bir istisna kapısı aralanmıştı. Bu ayrıcalıktan nasıl yararlanılacağı ise hukuken belli değildi, bu yönde bir düzenleme yapılmasına gerek görülmemişti. Uygulamada ise bu bahtiyar memurların kimler olacağına nüfuzlu kişiler tarafından karar veriliyordu. Bu suretle yurtdışında iki yıllık okullardan mezun olanlar, felsefe, tarih hatta bilgisayar mühendisleri bile diplomat yapılabiliyordu. Fakat bundan kimsenin haberi olmuyordu. Ne Bakandan veya Bakanlık Komisyonundan izin alınıyor, ne de akla gelebilecek başka külfetlere giriliyordu. Türkiye’deki üniversitelerden mezun aynı durumdaki kişiler, Dışişleri Bakanlığı sınavına başvuru yapma hakları olmadığını düşünürken, imtiyazlı bir zümrenin mensupları sanki alelade bir iş yapıyorlarmış gibi gidip sınava başvuruyorlar ve bu başvuruları da sanki her şey normalmiş gibi kabul ediliyordu. Ortada gayrı hukuki bir durum olduğu muhakkaktı ama bunu kim bilecek, kim kurcalamayı akıl edecekti? Tarih, psikoloji gibi bazı önemli gördüğü bölümlerden mezunların da diplomat olabilmesine imkan tanıyacak şekilde Teşkilat Kanunu’nda reform mahiyetinde değişiklikler yapmakla övünen Dışişleri Bakanının, esasen kimsenin farkında olmadığı bir arka kapıdan “uygun görülenlerin” rahatlıkla yıllardır buyur edildiğinden haberi bile yoktu.
İşte böyle bir imtiyaz sayesinde diplomat olmayı başaran Başkonsolosumuz, vakti zamanında başkâtiplik sınavına da gereği gibi hazırlanamamış, yazılı kâğıtları nasıl diyelim “biraz ittirilmek” zorunda kalınmıştı. Şöyle ki, böylesine mümtaz bir şahsiyetin başkâtiplik yazılı sınavından kaldığı anlaşıldığında, meseleye sınav komisyonunun bazı üyeleri hemen müdahale etmiş ve kâğıtlarının yeniden okunmasını sağlamışlardı. Fakat yeniden değerlendirmeye alınan kâğıtta yazanların sorulan sualle uzaktan yakından ilgisi olmadığı meselesi Komisyonun bir üyesi tarafından gündeme getirildiğinde “Soruyu yanlış anlamış” şeklinde “makul” bir açıklama getirilerek sınav kâğıdının geçmesine hükmedilmişti. Fakat imtihanın mülakat aşaması, bazı soruları sessizlikle karşılayacak denli daha vahim bir hezimetle sonuçlandığından, müstakbel Başkonsolosu sınav komisyonunda her şeye rağmen kollayan sefirler bile aciz kalmış ve “bu sükutunun kemalinin bir remzi olarak görülmesi” gerektiğinden dem vursalar da kalmasını engelleyememişlerdi. En azından bir süreliğine… Yani birkaç saatliğine… Şöyle ki meselenin arzedildiği Müsteşar Asabıbozuk imtihan komisyonunun geçirmeye yanaşmadığı müstakbel Başkonsolosun böyle bir gadre uğramasına müsaade etmemiş ve Sefir-i Kebir sıfatına istinaden başarı listesine kendisini hem de üst sıradan bizzat ekletmişti. Böylece mülakat notları geçer puanı tutmadığı halde, gayri hukuki bir şekilde Başkâtip yapılmıştı. Fakat bunu kim bilecek, kim kurcalamayı akıl edecekti?
Başkâtiplik sınavını geçtikten sonraki ilk kararnameyle Batı’daki büyük metropollerden biri olan Solanges’e başkonsolos olarak atanmıştı ve burada kariyerini zirveye çıkaracak bir avı yakalamak üzere tetikte bekliyordu. Büyüklerine kariyerini parlatabileceği mühim işlerin neler olabileceğini sorduğunda kendisine söylenenlerden ona en kolay gelen seçenekte karar kıldı; Solanges’teki parkların birine Atatürk anıtı yaptıracaktı. Bu işin kolay olacağı fikrine nasıl kapılmıştı, tabiatıyla bunu bizim gibi fanilerin bilebilmesi mümkün değildir.
Solanges’in merkezindeki Tlah parkında yabancı bazı mühim şahsiyetlerin heykelleri zaten bulunmaktaydı. Başkonsolosumuz, hiçbir heykel bulunmayan bir park yerine burayı tercih ederek kendince büyük bir kurnazlık yapmıştı. Öyle ya, eğer başka ülkelere böyle bir jest yapılmışsa, tüm dünyanın önemini kabul ettiği tarihi bir şahsiyet olarak Atatürkümüzün neyi eksikti ki? Parkın bulunduğu yerin belediye başkanından randevu talep etti. Görüşmede ülkesinin Tlah parkına bir Atatürk anıtı hediye etmek istediğini belirtti. Belediye Başkanı nazik bir adamdı ve meseleye ilke olarak olumlu bakmakla birlikte böyle bir kararı kendisinin değil ancak Belediye Meclisi’nin alabileceğini belirtti. Başkonsolosumuz, Belediye Başkanı olumlu baktıktan sonra Meclis onayını formaliteden ibaret gördüğünden olsa gerek, daha önce yaptığı hazırlık çerçevesinde, Atatürk’ün Türkiye’yi Batılı bir ülke yapma yolunda gerçekleştirdiği devrimleri özetleyen uzunca bir konuşma yaptı. Son dönemlerde Türkiye’de işbaşında olan İslamcı hükümet yüzünden Batılı yetkililer önyargılı yaklaşımlar sergileyebiliyordu, bu ihtimali daha en baştan bertaraf edebilmek adına parka büstü dikilecek şahsiyetin kim olduğunu hatırlatmak yararlı olacaktı. Atatürk’ün papyonlu veya kravatlı bir büstü dikilecekti, bunu da ayrıca vurgulamıştı. Belediye Başkanı, Başkonsolosumuzu “ya, ya” şeklinde mukabelelerle dinledi. İngilizce yapılan görüşmelerde bu “ya”lar diplomatlarımız için adeta can simidi işlevi görüyordu. Görüşme sonrası Merkeze yazdıkları tutanaklarda muhataplarının önerilen her şeyi olumlu karşıladıkları iddiası, aslında “söylediklerinizi anladım” demek olan bu kısacık kelimeye dayanıyordu. Nitekim Başkonsolosumuz da Atatürk Anıtı projesine ilişkin yazdığı telgrafta, konuya ilişkin Belediye Başkanının müzaheretini aldığını büyük bir kıvançla bildirdi. Bunun üzerine, Bakanlık Solanges’teki parka dikilmek üzere hemen bir Atatürk anıtı sipariş etti.
Anıt hazırlanırken, Başkonsolosluk gerekli başvuruları yapmak üzere, o belediye sınırları içerisinde yaşayan bir avuç Türkü organize etti. İşte tabiri caizse, pabucun epeyce pahalı olduğu hakikati bu aşamadan sonra belirmeye başladı. Çünkü Tlah parkı, Ermeni asıllıların en yoğun yaşadığı semtlerin arasında bulunuyordu. Öyle ki Ermenilerin Belediye Meclisinde pek çok temsilcisi bile vardı. Ermeni dernekleri bu olaya üyelerini aktifleştirebilmek için adeta dört elle sarıldılar ve “Ermeni Soykırımını kabul etmediği müddetçe Türkiye’nin parka herhangi bir büst dikmesine kesinlikle karşı olduklarını” açıkladılar. Türkiye’de giderek otoriterleşen İslamcı hükümete yönelik tepkiden de istifade ederek Belediye Meclisindeki havayı kısa sürede tamamen lehlerine çevirmekte zorlanmadılar.
Bu gelişmeler üzerine Belediye Başkanı, yine tüm nezaketiyle, Başkonsolosumuzla temas ederek Belediye Meclisi’ndeki havanın menfi olduğunu, oylamanın çok muhtemelen Türkiye aleyhine neticeleneceğini, bu itibarla başvuruyu ileride daha uygun bir konjonktürde yeniden değerlendirmek üzere geri çekmenin yararlı olacağını belirtti. Hayallerinde Atatürk büstünü çoktan dikmiş ve bu muvaffakiyetine dayanarak kısa sürede Büyükelçi atanmış olan Başkonsolosumuz, kariyerine acımasızca indirilmiş böyle bir darbeyi soğukkanlılıkla karşılamaya hazır değildi. Yani koca Meclis’te yer alan üç beş Ermeni üye mi Türkiye’yi haklı davasından geri durmaya itecekti. Belediye Başkanı büyük bir yanılgı içerisindeydi, bizi tanımamıştı, başvuruyu çekmemiz mevzubahis olamazdı.
Başkonsolos oylama günü Belediye Meclisi’ne giderek konuşma yapmak istedi. Anıtı dikilecek şahsiyetin kim olduğunu anlatırsa Meclis’teki havayı tersine çevireceğine inanıyordu. Fakat hitabına başladığında Meclisin neredeyse tümü ayağa kalkarak arkasını döndü. Kendisine dönük enselere hitaben konuşma yapmakta zorlanan Başkonsolosun sinirinden sesi titreyerek, Atatürk’ün ölümü üzerine yabancı devlet adamlarının yayınladıkları taziye mesajlarını okuduğu konuşması beklenen etkiyi yapmadı. Hatta Mecliste muhalefetin Atatürk büstü dikilmesi için Türkleri cesaretlendirmekle itham ettiği Belediye Başkanı kendisini aklayabilmek amacıyla daha önce hiç yapmadığı şekilde “Ermeni soykırımının Türkiye tarafından tanınması gerektiğinden” bahseden bir müdahalede bulundu. Böylece Türk vatandaşların Tlah parkına büst dikme başvurusunun oybirliğine yaklaşan bir çoğunlukla reddedilmesi yetmiyormuş gibi sonraki oturumunda Meclisten Ermeni soykırımını kabul eden bir kararın geçmesi neredeyse kesinleşmiş oldu.
Tabiatıyla Başkonsolosumuzun böyle bir Meclis kararıyla pes edeceğini, haklı davasından vazgeçeceğini zannedenler yine de yanılacaklardı. Atatürk büstünün konsolosluğun deposunda çürümeye terkedileceğini sananlar ancak dâhili ve harici bedhahlar ve bedbahtlar olabilirdi. Nitekim bu menfur olayın üzerinden çok geçmeden Türk haber ajansları Solanges’te ilk kez bir Atatürk anıtının dikildiğini yurdumuz insanına sevinçle bildirdiler. Solanges’in en merkezi mahallelerinden birine yerleştirilen büstün açılışı, Başkonsolosumuz tarafından Türk medyası ve vatandaşlarımızın davetli olduğu muhteşem bir törenle gerçekleşmişti. Orta büyüklükte bir villa olan Başkonsolosluk konutunun ikinci katına çıkan merdivenin başladığı holün ortasında duran anıtı ancak ikametgâhın sakinleri ve davetlileri görebilecekti. Başkonsolosumuz merasimde bir meydan muharebesini kazanmış komutan edasıyla yaptığı konuşmada artık evinin içinde yer alan büste sık sık bakarak bu büyük devlet adamını hiç hatırından çıkarmayacağı için ne kadar övünse az olduğunu belirtti. Bu sözler yüksek bir alkışla karşılık buldu. Davetliler arasındaki bir vatandaş, vatanperver duygularının getirdiği galeyanla, bu durumda evinin geniş salonunun baş köşesine birkaç yıl önce koyduğu büstün Solanges’de dikilen ilk Atatürk heykeli olma payesini aslında daha fazla hakettiğinden dem vurma gafletinde bulunacak gibi olduysa da bu tür konulara daha ehliyetle bakabilen karısının dürtüklemesiyle kendine geldi. Haberlerde yakından fotoğrafları verilen anıta uygun görülen yeni mekâna ilişkin ayrıntıların vurgulanmasına gerek görülmemişti. Bunu kim bilecek, kim kurcalamayı akıl edecekti?
Yorumlar
Yorum Gönder