Bir kısım Büyükelçilerimizin yurtdışında Türkiye’yi tanıtmak amacıyla gerçekleştirmeyi arzuladığı faaliyetlerin başında, kimsenin sırrını henüz çözemediği bir hikmete mebni olarak, görev yaptığı ülkede bir modacımızın defilesini organize etmek, hatta eğer rezidansı müsaitse bu defileye bizzat evsahipliği yapmak gelir. Büyükelçi Nahid D Aragonya’ya atandığı günden beri, oldukça gösterişli ve tarihi bir bina olan rezidansında böyle bir tanıtım faaliyeti yapmak için tabir caizse gece gündüz çalışıyor, en güvendiği diplomatlarını bu kritik mevzunun müzakereleri için seferber ediyordu. Nihayet bu özverili çalışmanın meyvesinin alınma vakti gelmişti. Büyükelçi’nin önemli bir Batı başkentinde, hem de tüm masraflarını devlete ödeterek ve seçkin konuklarını bizzat kendisi davet ederek bir defileye evsahipliği yapmak istediği iletilen bazı modacılarımız, bu fedakârlığı bir vatani görev anlayışı ve iştiyakıyla yerine getirmeye hazır olduklarını bildirdiler. Gerçi konuyu takip eden Dışişleri Tanıtım Dairesi Başkanı’yla yüz yüze görüştüklerinde, Büyükelçinin yakında evlenecek kızının gelinliğini ve bu düğünde Hanımefendinin giyeceği elbiseyi de, içten gelen bir aşkla dikmeleri gerektiğini anlamışlardı ama defile için devletimizin yapacağı masraflarla kıyaslandığında bunlar sözü bile edilmeye değmez ayrıntılar olarak kalırdı.
“Sakınılan göze çöp batar” derler, Büyükelçimiz bu müstesna tanıtım faaliyeti için ter dökerken bu sözü sık sık hatırlayacak ve zaman zaman karşılaşılan zorluklarla yılgınlığa düştüklerini gördüğü maiyetindeki diplomatları “Arkadaşlar, hepimiz sınandığımız günlerden geçiyoruz” diyerek yüreklendirecekti.
Aslında her şey başta tıkır tıkır yolunda gitmişti. Fakat zincirin en zayıf halkasından kopması misali, nevi şahsına münhasır bir kişilik olan Tanıtım Dairesi Başkanı Ç.T., Büyükelçinin tam da korktuğu gibi, hem de yumurta kapıya dayanmışken, her şeyi az daha berbat edecekti. İşin Büyükelçi için daha da zor olan tarafı Hanımefendi ile bu Daire Başkanı arasındaki adeta ana-oğul ilişkisi denebilecek seviyedeki yakınlıktı. Bu özel münasebet ikisinin yaklaşık on asır önceye dayanan tanışıklıklarına dayanıyordu. Yok efendim, yanlış okumadınız veya ben yanlış yazmadım, on sene değil… Şöyle ki tenasühe inanan Hanımefendi önceki hayatlarına yönelik keşifleri sırasında, (Tanrı dağlara, taşlara, akarsulara versin) fare veya kertenkele değil, bir Hint Kraliçesi olduğunu büyük bir memnuniyetle öğrenmişti. Fakat el âlemin ağzına sakız olmamak için kimselere söyleyemediği bu büyük sır, içinde büyüdükçe büyümüş, o zamanlar görev yaptıkları Avrupa başkentinde ortalıkta bir kuyu da bulamadığı için konuyu Büyükelçiye ucundan çıtlatmak zorunda kalmıştı. Sevgili eşi bu mutluluğu onunla paylaşıp tebrik edeceğine ve artık bir memur karısı olmanın getirdiği ağır yükü taşıyabilmesi için şiddetle ihtiyaç duyduğu moral desteği kendisine vereceğine, “Bak güzelim, bunu bir başkasından duyarsam valla billa seni boşarım, ben 25 yıldır buralara ne emeklerle tırmandım, senin boşboğazlığın yüzünden kariyerim heba olursa ilişkimiz o gün biter” demişti. Demişti ama adeta talihsiz bir saman alevine benzeyen bu çıkışı yüzünden Hanımefendi kendisini neredeyse doğduğu güne lanet okutacak hale getirmişti. İşte Büyükelçi mesleki ve ailevi hayatının böylesine dramatik günlerini yaşarken imdadına o zamanlar henüz Başkâtip olan Ç.T. yetişmişti. Ç.T. diplomasi denen laf kalabalıklığından ne kadar sıkılıyorsa, hedonist olması şartıyla mistik faaliyetlere o kadar doğuştan gelen bir yatkınlığa sahipti. Bu yeteneği sayesinde ne yapıp edip Hanımefendinin bu büyük sırrını kendisiyle paylaşmasını sağlamış, bir süre sonra reenkarnasyon denen itikadın doğru olduğuna kendisi de iman etmiş, çok geçmeden bu işlerden anlayan bir Hintliyi bulup, tanışıklığını iyice ilerlettikten sonra onunla birlikte Hanımefendi’nin kapısını çalmışlardı. Bu Hintli zorlanmadan geçmiş olduğu trans halinde Hanımefendinin Hint Kraliçesi olarak önceki hayatına ilişkin ayrıntıları anlatırken, bir de ne görsün, - gerçekten burası hikâyenin en heyecan verici yeridir -, Hint Kraliçesinin öz be öz kızı bizim Başkâtip değil miymiş? Gerisini sanırım tahmin edebilirsiniz. İşte o gün, bu gündür Hanımefendi, önceki hayatındaki yavrusunu yeni hayatında da karşısına çıkaran Tabiat Ana’ya minnetler içerisinde Ç.T.’yi kanatları altına almıştı. Ç.T. de bu yakınlığı karşılıksız bırakmıyor, babadan kalma mirasın verdiği zenginlik sayesinde "Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez" atalar sözüne uyarak, nadide hediyeleri yüzyıllar sonra bulduğu “annesine” götürüyordu. Ç.T.’nin böylece Bakanlığın en etkili Büyükelçilerinden birinin manevi oğlu mertebesine yükselmesi, memuriyet adabı ve disipliniyle bağdaşması imkânsız olan hayatına kimsenin müdahale edememesini, atandığı Büyükelçiliklerde “tanıtım ve kültür faaliyetleri” olarak adlandırdığı, fakat içeriğine her zaman nüfuz edilebilmesi diğer sıradan memurlar için mümkün olmayan özel görevleri dışında hiçbir şey yapmamasını ve her defasında gözde bir Batı başkentine atanmasını sağlayacaktı.
İşte bu Ç.T. herkes ve her şey sağ salim uçağa binmiş ve tam uçak kalkmak üzereyken modacılardan genç olanıyla kavga etmişti. Şöyle ki Ç.T. uzun mesafe olan bu uçuş için kitabına uydurup kendisine “business” sınıfından bilet aldırmıştı. Genç modacıya da “Valla şekerim senin için çok uğraştım ama business’de yer olmayınca biletini upgrade ettiremedim” demişti. Mankenlerle dolu uçak kalkmadan ön taraftaki Ç.T.’yi ziyaret eden genç modacının, yan koltukta adeta kurulmuş olan, Hanımefendinin rica ettiği paketler halindeki üst üste beş kilo fıstığı görmesiyle tepesinin atması bir olmuş ve “Fıstıklar business’de, biz ekonomide mi seyahat edeceğiz” diye protesto ederek apronda hareket halindeki uçağı durdurup inmişti. Gazetelerin magazin sayfalarına meze olan bu haber Büyükelçiye epey ter döktürmüştü ama yakından tanıdığı bazı “üst düzey” gazetecileri arayarak olayın kendi adı geçmeyecek şekilde geçiştirilmesini sağlamıştı.
Keşke her şey bununla kalsaydı. Büyükelçi asıl kötü haberi, yıllardır hayalini kurduğu bir etkinliği gerçekleştirmek üzere karşısında dizilen mankenlerin rezidansında yaptıkları provayı izlerken almıştı. Böylesine hayati bir tanıtım faaliyetine verdiği önemin göstergesi olarak yakından takip ettiği prova sırasında, yanına tanıtma etkinliğinin baş sorumlusu, Kançılarya Amiri ve “Onun Ağzından Çıkanı Benim Ağzımdan Çıkmış Kabul Edeceksiniz” gibi hususi unvanlara sahip olan Müsteşar U.R.’u almıştı. Bir yandan viskilerini yudumlarken, bir yandan da salona, derin sırt ve göğüs dekolteleriyle ultra modern tasarımları sunmak üzere bir bir giren mankenleri izliyorlardı. İşte tam bu sırada, Müsteşar U.R.’un telefonuna gelen bir mesaj üzerine “Bu akşam Ticaret Bakan Yardımcısını da defileye davet edecek misiniz diye soruyorlar Sefaretten?” sözleriyle adeta beyninden vurulmuşa dönmüştü. Ticaret Bakan Yardımcısı aynı gün bir toplantı vesilesiyle o şehirde bulunuyordu.
Oysa Büyükelçi, o sırada Türkiye’de artık bir İslamcı partinin iktidarda olduğunu hatırlatacak bir şeyi görmeye ya da duymaya hiç de hazırlık değildi ve aldığı haber onu büyük bir azabın içerisine düşürüvermişti. Mesele fikri ve ideolojik bazda sorun değildi, Büyükelçi onu idare edebiliyordu, o başkente resmi ziyarete gelen İslamcı siyasetçilere öyle nutuklar atıyordu ki, adamlar Büyükelçinin neredeyse “kendilerinden biri” olduğuna inanıyorlardı. Hele şu Dışişleri Bakanı’yla camiye gidişi, orada beraber namaz kılışları, sonra Aragonya Dışişleri Bakanıyla görüşmesinden hemen önce kendisine “Efendim, bu adam sizin kumaşınızda biri değil, o yüzden ona meseleleri tane tane anlatmalısınız” diye pohpohlayışı… Böyle bir gaz vermeyi, Aragonyalıların İslamcı Bakan hakkında “hiç susmuyor” diye söylendiklerini duyduğunda akıl etmişti. Gerçi Bakan gazı nasıl aldıysa, Aragon muhatabıyla konuşurken iyice havaya girmiş ve işaret parmağını sallayarak neredeyse azarlamıştı. Hele bir de “Siz naifsiniz” deyişi yok muydu, Aragon bakan kulaklarına inanamamış, anlamamış gibi davranarak bir kez daha tekrar etmesini rica etmiş, Türk Bakan da muhatabının kendisini gerçekten duymadığını zannederek bir kez daha aynı sözleri biraz daha yüksek sesle tekrarlamıştı. Kendisinin de katılmış olduğu görüşme sonunda Büyükelçi, toplantıya ilişkin izlenimlerini Bakanıyla paylaşırken, muhatabını ilmi derinliği ve meselelere olan vukufiyeti ile adeta dövdüğünü söylemişti. Böyle eski kelimelerle methiyelerde bulunmak da Bakanı etkilemenin bir başka yoluydu. Oysa Aragonya Dışişleri Bakanı, görüşmede maruz kaldığı tavırlara o kadar kızmıştı ki, bunun öcünü, birkaç ay sonra kendisiyle acilen telefonda görüşme talep eden Türk Bakanı konuşturmadan kendi söyleyeceklerini söyledikten sonra, konuşmasını pat diye keserek almıştı. Telefonun kesildiğini farketmeyen Bakan, karşı taraftan “dıt, dıt, dıt” sesleri gelene kadar başladığı konuşmayı sürdürmüştü. Güya o sırada telefonu iyi çeken bir yerde olmadığı bahanesiyle de bağlantı bir daha bir türlü sağlanamamıştı. Büyükelçi böylece hem İslamcı Bakanı tufaya getirip, hem de tam da arzuladığı şekilde “bunların” ne mal olduğunu bizzat Aragonyalılara gösterdiği için kendisiyle az gurur duymamıştı.
O türlü operasyonlar onun için kolaydı, fakat şimdi yaşadığını kendisine yediremiyordu. Yani fikirlerden taviz verilebilirdi, hatta hükümetin izlediği politikanın yanlış olduğunu bile bile, göze girmek maksadıyla, dış politikamızı öve öve bitiremeyen kriptolar, değerlendirmeler döşenebilirdi. Fakat iktidardakiler İslamcı diye böyle müstesna faaliyetlerden imtina etmek… İşte bu çok ağırına gidiyordu… Yıllarca Büyükelçi olmayı ne için hayal etmişti ki sanki… Aksilik bu modacının da kreasyonunda bir tane Türk motifli, ne bileyim bir şekilde Türk kültürünü yansıtan herhangi bir giysi olmadığı gibi, aşırı transparan ve dekoltenin hakim olduğu tarzı nedeniyle, hiç de öyle muhafazakar tarafları olmadığı halde bu elbiseleri kendi karısına veya kızına bile giydirmesi mümkün değildi. Gerçi bu endişesini lisan-ı münasiple modacıyla paylaştığında, onlar için daha makul modeller dikecekleri sözünü almıştı.
Hangi mankenin daha güzel olduğuna bir türlü karar veremediği için bulanmış zihnini toparlamakta güçlük çeken Müsteşar U.R.’un göremediğini Büyükelçi bir anda adeta bir felaket haberi almış gibi farketmişti. Oldukça dindar bir kişilik olan Ticaret Bakan Yardımcısının, Türk Büyükelçiliğinin rezidansında böylesine bir defileye şahit olması Büyükelçi için hiç de iyi olmazdı. Hemen bir acil hareket planı hazırlanıp, bir şekilde Bakan Yardımcısı defileden uzak tutulmalıydı. U.R. bu işi üzerine aldı, Aragonya Parlamentosunda Türkiye adına lobi faaliyetleri için tutulmuş firmayı hemen arayarak, acilen o akşam için Bakan Yardımcısının yemekte görüşebileceği bir Aragonyalı yetkili ayarlamasını istedi. Lobi firması, bu kadar kısa sürede herhangi bir yetkiliyi bir görüşme için ikna etmesinin imkânsız olduğunu söylediğinde U.R. “herhangi bir yetkili olabilir, ama genç olmasın” diyerek onları rahatlattı. Bunun üzerine lobi firmasının, Aragonya Ticaret Bakanlığına bağlı bir ajansta, yarı-zamanlı danışman olarak çalışan bir akademisyeni böyle bir akşam yemeğine katılmaya ikna etmesi zor olmadı. Görüşmenin konusu, Türkiye’nin Aragonya’daki ticari faaliyetlerinin ne şekilde arttırabileceği üzerine olacaktı. Ticaret Bakanlığında üst düzey bir yetkilinin kendisini o akşam bir yemeğe davet ettiği söylenen Bakan Yardımcısı bunu memnuniyetle kabul etti. Bir şeylerden şüphelenmesin diye Bakana, görüşeceği şahsın etkili bir görevde bulunmuyor gözükse de aslında Aragonya Ekonomi Bakanının her zaman fikirlerine başvurduğu gizli bir danışmanı olduğundan, bu nedenle görüşmenin ayarlanabilmesi için lobi firmasının seferber edildiğinden bahsedilmişti. İngilizcesi çok iyi olmadığı için çeviri hususunda kendisine bir Büyükelçilik diplomatı da yardımcı olacaktı. Büyükelçi bilahare sözkonusu diplomata, hem o başdöndürücü defileye katılmayarak gösterdiği özveri için teşekkürlerini, hem de böylesine kritik bir yemekte foyalarının ortaya çıkmasını önlemeyi başardığı için bin bir aferinle tebriklerini iletecekti.
Defile bitmiş, misafirler yolcu edilmiş ve rezidansta sadece Türk diplomatlar kalmıştı. Büyükelçi ve Hanımefendi maiyetindeki memurların, mühim bir tanıtım etkinliğinin başarıyla gerçekleştirilmiş olması münasebetiyle yaptıkları övgüleri ağızları kulaklarına vararak dinliyorlardı. Biri “Efendim, hele kordiplomatik mensupları yok mu… duydukları hayranlığı gece boyunca her gördüklerinde bizimle paylaştılar, bunu nasıl başardınız diye sorup durdular” diyor, diğeri “davetlilerin adeta mest olduklarından” bahsediyor, öbürü ise “Aragonya başkentinde yıllarca konuşulacak bir faaliyete imza atıldığını” söylüyordu. Diplomatlar birbirlerinden daha tumturaklı laflarla defileyi övebilmek için adeta yarışa girmişlerdi.
Oysa ayın hiç güneşten nasiplenemeyen yüzü gibi Hariciye’de de her zaman hakikatin karanlık kalan bir tarafı vardır. Defileye eşleriyle birlikte davetli olan Aragonyalı yetkililerden birisinin karısı, ön sırada izledikleri yarı-çıplak mankenlerden o kadar rahatsız olmuştu ki, ilk gördüğü talihsiz Türk diplomata bu etkinliğin Türk kültürüyle alakasının ne olduğunu şaşkınlıkla sormuştu. Bir diğeri ise müstehzi bir gülümsemeyle “Türk büyükelçiliğinde göğüs ucu (nipple) göreceğim hiç aklıma gelmezdi, hem de iki saat boyunca…” demişti. O diplomat şahit olduğu bu tepkileri Büyükelçisiyle paylaşmasının kendisi için hiç iyi sonuçlara yol açmayacağını bilecek kadar tecrübeliydi.
Yorumlar
Yorum Gönder