Büyükelçi Nahit D.’nin kitap okumayı hiç sevmemesi, protégé’leri tarafından “İrfanının zekâtını verse niceleri âlim olur” gibi laflarla yüceltilmesinin önünde engel teşkil etmiyordu. Şöyle ki, bu zevat pek çok faninin farkında olmadığı bir hakikati keşfetmiş olmanın rahatlığıyla konuşurdu. Yalanın çapı büyüdükçe, inandırıcılığı artardı. Bu yüzden, dost yüceltilirken en zayıf tarafı göklere çıkartılır, düşman veya rakip görülenler yerilirken ise en güçlü tarafları yerden yere vurulurdu. Sıradan insanların “Bu kadarı da yalan olamaz” diye düşüneceği çapta asılsız söylentiler uydurma hususunda ihtisas sahibiydiler. Öyle ya, ilmi ve mesleki vukufiyetine ilişkin böylesine övülen bir Büyükelçinin, en son ne zaman birini baştan sona okuduğunu hatırlamayacak kadar kitaplara mesafeli bir kişi olduğuna kim inanırdı ki?
Aslına bakarsanız, Büyükelçinin bırakın kitap veya seçkin süreli yayınları, Sefarete gelen günlük kripto ve telgrafları bile pek okuduğu söylenemezdi. Öncelikle bir insanın okuyarak bir yerlere gelebileceğine inanmıyordu. Önemli olan güçlü bağlantılar kurmaktı (Bunu kendisi, asıl kelimeyi hafif Amerikan aksanıyla söylemeye dikkat ederek “network kurmaya çalışın çocuklar” diye ifade ederdi.) Kendisi Bakanlığı yöneten “network'a girmeyi başarmakla kalmamış, orada akademik yönden kendisini geliştirmiş anlı şanlı nice rakiplerini de alt etmiş, herkesin hayalini kurduğu önemli bir Batı başkentine atanmıştı. Önü açıktı, Bakanlığa Müsteşar zaten olacaktı. Başka daha büyük hayalleri vardı. Ve tüm bunları tek bir kitap okumadan, fakat dâhil olduğu “network” sayesinde başarmıştı. Aslında o da okurdu, Türkçe günlük gazetelerde özellikle Bakanlığı ilgilendiren haberlerin başlık ve spotlarını dikkatlice takip ederdi. İngilizceleri ise okumaktan sıkılır, Büyükelçiliğe özel olarak bu işler için atanmalarını sağladığı memurlardan, sadece çok önemli haber ve makalelerin, sadece önemli cümlelerini üzerlerini fosforlu kalemle çizmek suretiyle kendisine göstermelerini isterdi. Makam arabasının arka koltuğunda giderken, bir yandan en sevdiği şarkıcı Sibel Can’ın son albümünü dinler, bir yandan bu altı çizili cümlelerin ilgisini çeken en önemlilerini okurdu.
Bu okuma işi gerçekten çok sıkıcıydı, o daha çok akıllı telefonuna gelen mesaj ve e-maillere anında cevaplar yazmakla meşgul olurdu. Çünkü asıl mühim olan oydu. Mesleki yaşamında çok önemsediği bir prensibi vardı; Kimden olursa olsun herkesin mesajlarını anında cevaplandırmak. Fakat yeni göreviyle birlikte gelen e-posta sayısı artmış, hepsine cevap yetiştiremez olmuştu. Bu yüzden bu işi en güvendiği memurlarından birine havale etmişti, cevapları o hazırlıyor, Büyükelçiye sadece “gönder” tuşuna basmak kalıyordu.
Velakin yeni görevi onu biraz zorluyordu. Meslek hayatında ilk defa ilmi birikiminin kifayetsizliğiyle yüzleşmişti. Bu eksiğini belki kapatabilir umuduyla, kendisine o sıralarda en fazla okunan dış politika kitapları hangisiyse onların alınması talimatını verdi. Kitaba para vermeyi sevmezdi, muhtemelen okumayacağını bildiği için verdiği her kuruş ona israf gibi gelirdi. Fakat büyükelçiliğin özel ödeneği vardı. Oradan bu tür harcamaları yapmak çok kolaydı. Hatta çok sevdiği Büyükelçilik Müsteşarı U.R.’un telefonunu düşürerek camını çatlattığını ve bunun için üzüldüğünü duyunca, onun için hemen ücreti özel ödenekten karşılanmak suretiyle daha iyisini aldırabiliyordu. Konuyu uzatmayalım, Nahit D. böylece elli-altmış kitap sahibi oldu, fakat bunlar daha ikametgâhından içeri girer girmez ona sıkıntı vermeye başladı. Kitapları alıyor, evirip çeviriyor ve onları saatlerce okumakla vakit kaybederek insanın bir şey elde edebileceğine inanamıyordu, bu düpedüz ahmaklıktı. En sonunda bu kitapların Makam odasındaki masasının üzerine konulmasını emretti. Bu kitapların kendisini ziyarete gelenler tarafından görülmesinin yararlı olacağı fikrini ona, o cin gibi kafasıyla U.R. vermişti. İmajın realiteden çok daha mühim olduğunu unutmamak bir başka mesleki prensibiydi. Böylece kitapları okuyamamanın verdiği ızdıraptan da kurtulmuştu. Öyle ki Türkiye’den o başkente bir konferans için gelen meşhur bir yazar, masanın üzerindeki kitapları görünce, Büyükelçinin entelektüel ilgisini takdir etmekten kendisini alamamıştı. Yalnız bu yazar kitapları eline alıp da onlar üzerinde konuşmaya çalışınca Nahit D. biraz soğuk terler dökecek gibi olmuş, fakat U.R.’un kıvrak bir müdahaleyle konuyu değiştirmesiyle bu tatsız durumdan kurtulmuştu. O tecrübeden sonra bir gün kendisini zorlamış ve masasının üzerindeki kitapların en üst sırasında yer alanların arka kapaklarını baştan sona okumuştu. Bir daha aynı durumla karşı karşıya kalırsa artık birkaç cümle sarfedebilecekti, eh o kadarı da zaten yeterdi, konferans verecek değildi. İşte bu gibi nedenlerle, tüm görüşmelerine U.R.’un veya ondan sonra en çok güvendiği memuru Müsteşar O.C.’nin girmesini istiyordu. U.R. ile o kadar yakın bir ilişkisi vardı ki aralarındaki 25 yaş farka, amir-memur ilişkisine rağmen, hiyerarşinin güçlü olduğu Hariciye’de alışık olmadık şekilde kendisine başbaşa kaldıklarında sadece ismiyle hitap etmesine izin verirdi. Gerçi U.R. her zaman bu şarta riayet edemiyor, bazen kendisini kaybederek başkalarının olduğu ortamlarda da okul arkadaşına hitap eder gibi sefire seslendiği oluyordu.
Büyükelçinin yeni görevinin gerektirdiği entelektüel birikime sahip olmamasının giderek daha fazla açığa çıkma emareleri göstermesi üzerine, dostları kendisine görev yaptığı başkentte yaşayan, farklı düşünce kuruluşlarındaki düşük pozisyonlarda yıllardır Türkiye uzmanı olarak çalışan bir Türk olan K.B.’yle yakın temas kurmasını tavsiye ettiler. K.B. böylece Büyükelçiliğin asıl beyni konumuna yükseldi. Öyle ki K.B. ve U.R. ortaklaşa bir çalışmayla, yükselişini önlemek istedikleri bir diplomatın, Hükümetin ve Bakanın gözünden düşürülmesini bile sağlamışlardı. Tanışıklığı olan sözkonusu diplomatı telefonla arayan K.B. hükümetin Suriye politikasını yerden yere vurmuş, Aragonya’da Türk hükümetinin giderek radikal İslamcı örgütlere destek veren rejimler arasında anılır olduğunu söyleyerek tahrik edici ifadelerde bulunmuştu. Bunun üzerine yıllardır birbirlerini tanıdıkları için samimi bir görüş alışverişi yaptıklarını zannettiği Türk diplomat, hükümetin Suriye politikasına yönelik eleştirilerde haklılık payı olduğundan bahsetmişti. Zavallı diplomatın bilmediği şey ise mikrofondan sesinin dışarıya verildiği ve o sırada odada bulunan U.R.’un söylediklerini kaydettiğiydi. U.R. bu kaydı büyük bir gizlilikle, aslında istihbarata da çalışan (hatta bunun için de ayrıca ilave dış maaş alan) Müsteşar O.C.’ye iletmişti. O.C.’nin marifetiyle bu konuşma, devletin istihbarat hafızasının değerli bir fişlemesi olarak kayda girmiş ve sözkonusu diplomatın hükümet karşıtı olduğunu ispat etmek için Bakana ve danışmanlarına dinletilmişti. Aragonya’da yürütülen bu çok hassas operasyonlar bakımından K.B. gibi güvenilir uzmanlarla işbirliği yapmak önemliydi. Çünkü hedef alınan ve “hükümet karşıtı” oldukları ispat edilen diplomatlar bir yandan da Aragonya gibi Batılı başkentlerde gerçekleştirilen özel sohbetlerde “İslamcı parti yanlısı” olarak lanse ediliyorlar, böylece Batılı yetkililer nezdinde etkisiz hale getirilmeye çalışılıyorlardı. Böyle kırk tilkiyi, kuyruğu birbirine değmeden kafada dolaştırabilmek gerçekten usta diplomatlık istiyordu.
Büyükelçi ve K.B. genellikle şehrin en pahalı restoranlarından birinde buluşuyorlar ve K.B. ona son politik gelişmeleri nadide puro ve içkiler eşliğinde anlatıyordu. Bu yemeklerin faturası da tabii ki resmi ödeneklerden karşılanıyordu. Büyükelçinin sadece yabancı zevatla yaptığı iş yemeklerinin ücretini karşılamaya cevaz veren mevzuata uygun işlerin halledilmesi meselesi de yine U.R.’a düşüyor, her yemek için elinin altındaki “Aragonya Meclisi Rehberinden” bir isim seçerek hesaplara bakan memura bildiriyordu. Böylece bir taşla iki kuş vuruluyor, kayıtlarda Büyükelçi sanki hepsi birbirinden önemli bu yabancı yetkililerle buluşuyormuş gibi geçiyordu. Efendim? “Foyası meydana çıkacak diye korkmuyor muydu?” diye soruyorsanız, cevabı oldukça basittir, Büyükelçinin herhangi bir risk alması mevzubahis değildir. Çünkü bunu kim, nasıl denetleyebilir? Sayıştay gidip de Aragonyalı milletvekiline “Sefirimiz sizinle gerçekten falanca restoranda şu tarihte akşam yemeği yedi mi?” diye soracak değildir. Neyse biz asıl konumuza dönelim.
Türkiye uzmanı K.B. nevi şahsına münhasır bir kişilikti. Olabildiğince makul ve suya sabuna pek dokunmamaya özen göstererek yazdığı rapor ve makalelerden çok daha farklı bir dünya görüşüne sahipti. Ona göre dünyada insanoğlunun dahil olduğu her olayı açıklayabilen aslında sihirli bir kelime vardı; uçkur. Bu tüm siyasi hadiseler için geçerliydi. Freud’un bilinçaltı nazariyesini devrimsel bir yaklaşımla siyaset ve dış politikaya bu çerçeveye oturtmak suretiyle uyguluyordu. Mesela siz “Musevilerin hepsi İsrail’in mevcut hükümetini desteklemiyor, nitekim içlerinde siyaset, iş dünyası ve akademisyenlerden oluşan önemli isimler bu anlama gelen bir bildiriyi geçtiğimiz günlerde yayınladılar” derseniz, o sizin yanıldığınız noktayı hemen buluyordu. Öncelikle siz kitap, dergi, rapor, gazete ve panel gibi kanallardan öğrendiklerinizle bir değerlendirmede bulunabilecek konuma eriştiğiniz yanlış zehabına kapılıyordunuz, oysa her şeyi asıl idare eden “uçkura” göre olayların nasıl şekillendiğini bilebilmek için daha hassas bilgilere sahip olmak gerekiyordu. Yahudilerin arasında bir ayrılık gayrılık yoktu. Yanlış anlamayın, kendisi Yahudilerin gizli bir oyun oynadığını falan da düşünmüyordu. Mesele tamamen bambaşkaydı; O bildirinin yayınlanmasında aktif rol oynayan kişi sırılsıklam aşık olduğu ve uğruna karısını terkettiği sevgilisini, en bilinen Yahudi sivil toplum örgütünün başkanına kaptırmıştı. “Ondan nasıl intikam alınırmış görecek” dediğini bütün şehir biliyordu. Tüm olayın perde arkası bundan ibaretti.
Veya siz “son seçimlerde aldığı oy üzerine parti içerisindeki baskılara dayanamayarak falan partinin başkanı istifa etti” derseniz, o hemen sizinle her şeyi açıklayan hassas bilgiyi paylaşıyordu. Başkanın oğlu, parti içindeki rakibinin kızına tutulmuştu, gençler biraraya gelmiş her şey yolunda giderken, birden olaya kızın annesi müdahil olmuş, kızın aklını karıştırmıştı. Çünkü milyarder bir ailenin veliahdı da kıza talipti. Evet, her şey bu olayla ilgiliydi. Şimdi siz bu olayın istifayla nasıl ilişkili olduğunu merak ediyorsunuz, bunu belki yüz yüze olsanız K.B.’ye de sorabileceğinizi düşünüyorsunuzdur. Oysa K.B.’nin mantığı düz mantıktan çok daha yüksektir, o size dedikodu mu, dış politika analizi mi olduğunu ayırt etmeye çalıştığınız hikâyeleri birbiri ardına sıralarken size düşen mest olmuş bir halde onu dinlemektir. Soru sormaya yeltenirseniz, o kontra-sorularla sizi boğarak cehaletinizi orta yere öyle bir serer ki bir daha aynı hataya düşmez, haddinizi bilir uslu uslu onu dinlerseniz. Mesela siz, ikna olmamış bir yüzle “Peki kızla istifanın ne alakası var?” deme gafletinde bulunursanız, o size “Sen kıza talip milyarderin kim olduğunu biliyor musun? Peki o partiye en fazla bağışta bulunanların kimler olduğunu? Partinin seçimi kaybetmesinin nedeninin bağışların azlığından kaynaklandığını?” diye üst üste sorar ve sizi aval aval bakan yüzünüzle başbaşa bırakarak başka konuya geçer.
Büyükelçi, K.B.’yle mutat görüşmelerini yaptıktan sonra ertesi günü Sefarete geldiğinde bu önemli fikir egzersizlerinin meyveleri ortaya çıkıyordu. Mesela, “o bildirinin ciddiye alınmaması gerektiği anlamına gelen bir değerlendirme yazın” veya “o istifanın parti içi baskıyla ilgisi olmadığını belirten bir kripto yazalım” gibi talimatlar. Tabiatıyla, henüz Ankara’daki entelektüel derinlik, “uçkur” nazariyesini kavrayabilecek seviyeye ulaşmadığı için bütün bu gerçekleri Bakanlığın alıştığı dilden yazmak, başka makul gerekçeler bulmak gerekiyordu, bunu yapmak da Büyükelçilikteki diplomatlara düşüyordu. Büyükelçi bu işlerle gözdelerini yormaz, bu tür hamaliyeleri diğer memurların yapmasını isterdi. Bütün kritik görüşmelere sadece bu Müsteşarlar alınırlar, fakat tüm telgrafları diğer diplomatlar yazardı. U.R. hiç telgraf yazmamakla övünürdü, hatta kripto odasına bunu iftiharla duyuran bir fotoğrafını çerçevelettirerek Atatürk portresinin yanına astırmıştı. Fotoğrafta bütün memurlar güvenlikli odadaki bilgisayarların başında düşünceli bir şekilde telgraf yazmaya uğraşırken U.R. üst üste attığı ayaklarını masaya uzatmış patron edasıyla keyifle etrafa bakınıyordu.
Büyükelçi, o gün yemekte, biraz K.B.’ye ne soracağını bilemediğinden, biraz da o sırada açıkçası sıkıcı dış politika meselelerine girmek arzusu içerisinde de bulunmadığından havadan sudan laflamaya başladı. Haberlere göre, üç dört gün içerisinde şehirde ender görülen bir kasırga olacaktı, tüm kamu kuruluşları o gün tatil ilan edilmişti. K.B. bıyık altından gülümsedi;
- Yahu sen inandın mı böyle bir kasırganın gerçekten geleceğine?
- Evet, bütün televizyonlar ondan bahsediyor. Meteoroloji Müdürlüğü açıklama yaptı.
- Öyle büyük bir kasırga, masırga yok… Her zamanki gibi bir fırtına… Bu şehirde kış biraz sert geçer zaten…
- Eee peki niye ortalığı böyle velveleye verdiler?
- Başbakan zor durumda da ondan…
- Deme yahu…
- Sizin haberiniz yok mu olanlardan…
- Bana kimse bir şey söylemedi…
- Senin çocuklar uyuyor… biraz kulaklarını açsınlar…
- Hadi uzatma da söyle…
- Karısı başbakanı danışmanıyla basmış…
- Hani şu geçen bahsettiğin sarışın hatunla mı?
- Evet, evet… fena yakalanmışlar… kadın kontrolden çıkmış, başbakanın yüzünde çizikler, morluklar varmış… bütün programlarını biraz yüzü gözü düzelene kadar nasıl iptal edebiliriz diye düşünürlerken imdatlarına Meteoroloji Müdürü yetişmiş… Bu Meteoroloji Müdürünü yeni atamıştı, bir harem kurmuş orada… deme gitsin… eğer Başbakan giderse yandı gülüm keten helva…
Büyükelçi bir yaşına daha girmişti. K.B. olmasa bu haberleri kimden alabilirdi ki… Müthiş keyiflenmiş, şöyle pahalısından bir şarap daha açtırıp, K.B.’den bu sarışın afetin önceki görevi sırasındaki maceralarını anlatmasını isteyerek konuya ilişkin derinlemesine bilgi sahibi olmaya çalışmıştı.
Ertesi günü Sefarete gidip makam koltuğuna kurulduğunda Birinci Müsteşar odasına gelerek 29 Ekim Resepsiyonunun düzenleneceği gün kasırga nedeniyle tüm devlet kurumlarının tatil ilan edildiğini, bu nedenle Resepsiyonu daha ileri bir tarihe almanın gerekeceğini haber verdi. Büyükelçi, Birinci Müsteşar’ının saflığına kıs kıs gülerek ona tüm gerçekleri anlattı. İptale falan gerek yoktu, herkes birbirinden leziz Türk yemeklerini ve şaraplarını bedavadan tatmak üzere nasıl olsa resepsiyona hücum edeceklerdi. Davetiyeleri eşe dosta bol kepçeden geniş geniş dağıttıkları için her yıl resepsiyona bin küsur kişi katılıyordu, fırtına bahanesiyle sayı biraz azalırsa hiç de fena olmazdı.
29 Ekim günü geldiğinde şehir tarihinin en büyük kasırgasını yaşıyordu. Yetkililer çok acil bir durumda kalınmadığı müddetçe kimsenin evlerinden çıkmaması gerektiğine dair peş peşe uyarılar yayınlıyordu. Ağaçlar yollara devriliyor, havada kiremit ve dallar uçuşuyordu. Büyükelçiliğin tüm çalışanları, vatan için büyük fedakârlıklara katlanmaya hazır bir meslek bilinci içerisinde, çocuklarıyla vedalaşarak, büyük badireler atlatmak pahasına resepsiyonun gerçekleştiği Rezidansa ulaştılar. O gün sadece o başkent bakımından değil, Büyükelçilik için de tarihi bir gündü. Büyükelçiliğin resepsiyonuna katılım rekor seviyede düşük kalmıştı. Canını tehlikeye atıp Türk yemeklerini tatmaya gelenler 30-40 kişiden ibaretti, bunlar da çalıştıkları bakanlıklar tarafından iş icabı resepsiyona katılmakla görevlendirilmiş düşük seviyeli memurlardı ve böyle bir günde dışarıya çıkmak zorunda kaldıkları için hiç de mutlu değillerdi. Resepsiyon boyunca, kasırgaya rağmen niye davetin iptal edilmediği sorusunu yakaladıkları her Türk diplomata sordular ve ama garip el-yüz hareketleri dışında tatmin edici cevap alamadılar.
Resepsiyona ilişkin Ankara’ya çekilen telgrafta, şehirde gerçekleşen büyük fırtınaya rağmen 200 kadar davetlinin bulunduğu kaydediliyordu. Bu ifadenin yüzde 25’i tamamen, yüzde 50’si kısmen yalandı. Resepsiyonda bulunan 150 kişiden yarısı zaten Büyükelçilik çalışanları ve eşleriydi, geri kalan yabancıların yarısı ise bin kişiye hizmet vermek üzere tutulmuş garsonlardan ibaretti. Uçkur teorisi sayesinde Büyükelçilik yıllarca unutulmayacak benzersiz bir Cumhuriyet Bayramı resepsiyonuna evsahipliği yapmıştı.
Yorumlar
Yorum Gönder