Ana içeriğe atla

ERMENİ TERÖRÜ

Büyükelçi G.A. erken gelen emekliliğinin keyfini yaşıyordu. Otuz küsur yıllık diplomatlık geçmişinin Büyükelçilik makamıyla taçlanmayacağından çok korkmuş, ama dostlarının büyük himmetleri sonucu, görece gelişmiş bir ülke olan Baragonya sefaretliğine atanmayı bilmişti. Burada her şey onun hayal ettiğinden bile daha güzeldi, adeta kendisini bir cennette yaşıyor gibi hissediyordu. Öncelikle Baragonya’da fazla vatandaş yoktu, daha da iyisi ise Türklerin çoğunun sefaretin bulunduğu başkentte değil, ülkenin ekonomik merkezi olan başka bir şehirde yaşıyor oluşuydu. Başkentte yaşayan Türklerin sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu. Tabiatıyla bu da iş yükünü oldukça azaltıyordu. Tanrı yüzüne gülmüş, “en az doksan yaşına kadar süreceğini planladığı” emeklilik yaşamına bu "ballı" tayinle önceden girivermişti. Bu günlere kolay gelmemişti. Ömrünün tam kırk yılını, kapalı odalarda ne dediklerini anlamak için kafa patlattığı kriptolarla cebelleşerek, nice ekzantrik amirlerin kahrını çekerek, hiçbir hobi ve entelektüel ilgiye sahip olamadan geçirmişti. Işıklar içinde yatsın, sevgili anneciği piyano öğrenmesi için çok uğraşmış, fakat üniversiteyi bitirir bitirmez girdiği Bakanlıkta kariyer basamaklarını tırmanmak açısından bir ya da iki parçayı çalmayı bilmek dışında piyanonun hiçbir faydası olmadığını keşfedince zamanını daha değerli işlere hasretmeye karar vermişti. Uygun bir ortam yakaladığında etrafındakilere bu yüksek meziyetini hatırlatarak bildiği o iki parçayı çalması için talepte bulunulmasını sağlar, böylece havasını atar ve yıllar önce kaybettiği annesini içinden hayırla yad ederdi.


Şimdi artık vakti vardı, bu kırk yılı yeni baştan yaşayabilirdi. Büyükelçi, rezidansının bahçesinde sabah kahvaltısını yaptıktan sonra kahvesini içmek üzere bitişik binada yer alan Kançılarya’daki makam odasına gidiyor, burada biraz günlük haberlere bakıyor, nihayetinde şu ileri yaşında keşfettiği bir keyfi yaşamak için bilgisayarın başına kuruluyordu. Bu oyunlar felaket şeylerdi, insan birinden sıkılmaya başlayınca diğerine geçebiliyordu. Bu birbirinden zorlu oyunlarla iştigal ederken biraz yorulunca zaten öğlen oluyor, yemek için rezidansa geçiyor, sonra biraz yürüyüş yaptıktan sonra tekrar makam koltuğuna kuruluyordu. Makam odasını o kadar çok seviyordu ki, neredeyse oradan hiç çıkmak istemiyordu. Görev süresi üçüncü yılına girdiği halde Baragonya’da gittiği şehir sayısı bir kaçı geçmiyordu. Onlara da mecbur kaldığı için gitmiş ve makam odasına bir iki günlüğüne de olsa uğrayamamıştı.

Günde bir ya da iki kez kendisini Başkâtip ziyaret ediyor, imzası gereken birkaç önemsiz evrakı arzediyor, havadan, sudan, biraz futboldan konuştuktan sonra o da odasına çekiliyordu. Büyükelçiliğe günde ortalama on-onbeş kadar telgraf gelmekteydi, bunların da ancak bir ya da iki tanesi herhangi bir işlem yapmayı gerektirecek cinstendi. (Buna Hariciye jargonunda “gereği” telgraflar denir, diğerleri “bilgi” telgraflarıdır.) 

Büyükelçi İslamcı hükümetten hiç hazzetmediği için Türkiye’den Baragonya’ya üst düzeyli herhangi bir ziyaret gerçekleşmesini de usta manevralarla önlemeye çalışıyordu. Artık yaş haddinden emekli olacaktı, kimsenin ağız kokusunu çekmesinin bir anlamı yoktu. Eğer bir kez daha Büyükelçi atanma ihtimali olsaydı, o zaman Bakanlara kendisini göstermek için uğraşırdı, fakat bu hayali de suya düşmüştü. Şöyle ki, Baragonya’da iki yıl görev yaptıktan sonra bir Batı Avrupa başkentine üç yıllığına atanma hayali kurmuş, bunun için başlarda biraz ter dökmüştü. Mesela, İslamcı Cumhurbaşkanına 29 Ekim’de ilk tebrik telgrafını çeken Büyükelçi olabilmek için Haberleşme Memurunu daha gün doğarken Sefarete çağırmış, birkaç haftadır üzerinde çalıştığı tebrik metnini (içerisine "dinci kokan" bazı eski kelimeler de eklemek suretiyle) çektirmişti. Sonra telefonla Cumhurbaşkanlığı kaleminde görevli dostunu aramış ve 29 Ekim’de ilk tebrik telgrafını çekenin Baragonya Büyükelçiliği olduğunu teyit etmişti. “Eh tabi, saat farkı da bize yardım etti biraz…” diyor ve talihinin bu cilvesiyle mutlu oluyordu. Fakat Cumhurbaşkanı, o gün kendisine arzedilen tebrik telgraflarının ilkinin Baragonya’dan geldiğini ne hikmetse Büyükelçiler Kararnamesini imzalarken hatırlamamış, böylece Büyükelçinin uzun kahvaltı saatlerinde kurduğu güzel hayalleri acımasızca yıkmıştı. 

Artık şu kahrolasıca İslamcı hükümetin herhangi bir Bakanını Baragonya’da ağırlamak istemiyor, bunun için elinden geleni ardına koymuyordu. Mesela bir keresinde Dışişleri Bakanı, komşu başka bir ülkeye ziyaret için bölgeye geleceğinden aklına Baragonya’ya da uğramak düşmüş, Büyükelçi bu çerçevede telefonla bir talimat almıştı. Olağanüstü çabalarına rağmen önlemeyi başaramadığı ziyaretlerden biri bu olmuştu. Ziyarete on gün kala, belki Bakanı korkutur diye hava durumunun özel uçağın inmesini tehlikeli hale getirecek denli kötü olduğunu bildiren bir telgraf çekmiş, bu teşebbüsü kendisi hakkında Bakan Özel Kalem Müdürünün “bu herif manyak mı” tepkisini vermesi dışında sonuç getirmeyince Bakan ziyareti gerçekleşmişti. Büyükelçi 24 saat sürmeyen bu ziyaretin yorgunluğunu sonraki üç ay boyunca makam odasından zinhar hiç çıkmayarak zar zor atmıştı. 

Hayat Büyükelçi için böyle asude ve rahat devam ederken beklenmedik bir gelişme oldu ve Büyükelçiliği iki Türk vatandaşı ziyaret etmek istedi. Konsolosluk işlemlerini genellikle postayla gerçekleştiren vatandaşların Sefarete gelişleri oldukça nadirdi. Büyükelçiyi bir kuşku buhranına düşmesine yol açacak kadar rahatsız eden, vatandaşlardan birinin Ermeni oluşuydu. Bir Türk ve bir Ermeninin birlikte Büyükelçiliği ziyaret edecek olmaları Büyükelçi’ye çok tuhaf gelmişti. Ona göre bu işin arkasında bir bit yeniği vardı, nitekim bunu bulmakta gecikmedi. Ankara’dan gelen, çok gizli ve çok acele bir telgrafta bazı Ermeni grupların, Türk Büyükelçiliklerine yönelik 24 Nisan’da bir saldırı planladığı istihbaratı paylaşılmıştı. Bu garip ziyaretin arkasında mutlaka böyle bir hain plan olmalıydı. Beraber gelen Türk vatandaşı belki de bir işbirlikçiydi. Büyükelçi güvenlikten sorumlu Komiseri çağırarak alarm durumuna geçirdi, Baragonya Dışişleri Bakanlığı aranarak ertesi günü Büyükelçiliğe gelecek bu şüpheli şahıslar hakkında bilgi verildi ve gerekli güvenlik önlemlerinin alınması istendi. 

Fakat G.A. başka bir tuzağa düşmekten de korkuyordu. Belki bu ziyaret sırf onu zor duruma düşürmek için planlanmıştı. Yani Ermeni vatandaş, Türk olanla birlikte kapıya gelecek, şüpheli görülen Ermeni içeri alınmayacak, böylece ayrımcılık yapmakla suçlanacaktı. Bu sinsi oyunu nasıl bozabileceğini düşünüyor ama bir türlü bir çözüm bulamıyordu. Bu arada Baragonya yetkilileri Büyükelçiyi arayarak, eğer sözkonusu kişilerin durdurulup aranması ve sorgulanması isteniyorsa bunun için resmi Nota yazılmasını talep etmişlerdi. Çünkü bu iki yurttaşımız hakkında da şüpheli bir durum yoktu ve Ermeni şahıs aynı zamanda Baragonya vatandaşıydı.  
 
Büyükelçi böyle bir Nota yazmak, ortada kendisine karşı kullanılabilecek bir delil bırakmak istemiyordu. Başkâtiple yaptıkları uzun müzakereler sonucunda bu netameli işi Üçüncü Kâtibin sırtına yüklemeye karar verdiler. Bu hayati karar, yürüttükleri tüm beyin fırtınalarının iflas ettiği anda Başkâtibin şu sorusu üzerine alındı;
- Efendim, malumunuz Konsolosluk işlerinden Üçüncü Kâtip sorumlu. 
- (Büyükelçi, Başkâtibinin manalı bakışlarına ve parlayan gözlerine bakarak) Evet, değil mi?
- Buraya gelen tüm vatandaşlarla görüşmek ve işlemlerini halletmek onun görevi.
- (Büyükelçi, içinden, “zaten yeni evli, çocuğu da yok” diye düşündü) Haklısın.
- Komisere talimat verelim, o gelen vatandaşları güvenlikli bir şekilde kabul etmesi gerektiğini kendisine haber versin. Artık hiç içeri almadan, sefaretin demir parmaklıkları arkasından mı konuşur onlarla, kendisi bilir…
- Ama biz öyle bir talimat veremeyiz, çünkü duyulursa başımız yanar.
- Hayır efendim, Üçüncü Katip kendisi bilir. Bu arada efendim, uygun görürseniz ben yarın öğleden sonra (yani bu vatandaşların geleceği vakitlerde) bir Baragonya yetkilisiyle görüşmek üzere dışarıda olacağım. 
- (Büyükelçi, kalkıp Başkâtibinin yanaklarından öpmek istiyordu, nasıl da bu çetrefil işi çözüvermişti) Öyle mi, aslında benim de bir görüşmem olacak.

Böylece her şeyden habersiz Üçüncü Kâtibin kaderi mühürlenmişti. Büyükelçi ve Başkâtip, bir suçluluk psikolojisi içerisinde bu acı haberi bizzat kendileri değil komiser aracılığıyla vermişlerdi. Üçüncü Kâtip, Ermeni vatandaşın Büyükelçiliğe dışarıdan gelen herkes gibi üst kontrolü yapıldıktan sonra içeri alınacağını söyleyerek bütün paniğin nedenini anlamaya çalıştı. Komiser üç ay önce gelen çok gizli telgraftaki istihbaratı hatırlattı. Fakat o kriptoya göre saldırı 24 Nisan’da olacaktı, oysa şimdi Haziran’ın başıydı. Üçüncü Kâtip sözkonusu telgrafı ilgili dosyasına yerleştirirken yaklaşık yirmi yıldır hemen her sene benzer bir istihbaratın alındığını, ama hiçbir saldırının gerçekleşmediğini gülümseyerek tespit etmişti. Anlaşılan bir istihbarat görevlisi, her sene belki tutar diye aldığı bir bilgiyi abartarak sisteme sokuyordu. Eğer bir saldırı olursa sözkonusu görevlinin böyle hassas bir bilgiyi elde ettiği için önü açılırdı. Kimse “Hani bu sene saldırı olacaktı, yine olmadı bir şey” diye hesap sormazdı. Yani temiz bir istihbarat işiydi. Üçüncü Kâtibe göre bu uyarıların en garip tarafı tüm dünyayı kapsamasıydı, “Özellikle Ermenilerin yoğun olduğu ülkelerdeki sefaretlerimize yönelik bir terör saldırısının düzenlenmeye çalışılacağı anlaşılıyorsa da, gafil avlamak amacıyla başka herhangi bir ülkede de tertip edilebileceği” gibi iyice yuvarlanmış cümlelerden oluşuyordu. 

Büyükelçi, o gün Sefarete gelmedi, kahvaltıdan sonra “mühim bir görüşme” için ortadan kayboldu. Aslında Büyükelçiliğe birkaç kilometre mesafedeki bir kafeye gitmiş, gelişmeleri oradan takip etmeye çalışıyordu. Komisere en ufak bir olay olması halinde kendisini aramasını söylemişti. Sonra Ermeni teröristin komiseri vurması halinde sekreterin panikleyebileceğini hesaba katmış ve ona dikkatli olmasını, herhangi bir olay vuku bulursa önce kendisini güvenlikli odaya kilitleyerek mutlaka onu telefonla aramasını söylemişti. Büyükelçi bu tür tehlikeli durumlarda kullanmak üzere kendisine tahsis edilen tabancasını da yanına almıştı. 

Üçüncü Kâtip vatandaşları içeri almadan bahçe parmaklıkları arasından görüşmeyi reddetmişti. Konuyu Büyükelçiyle konuşmak için odasına gitmiş, G.A. oldukça soğuk bir tavır takınarak kendisine lafını bile tamamlatmadan “Konsolosluk işleriyle Büyükelçinin meşgul edildiği nerede görülmüş” diyerek sanki acil bir işi varmış gibi makam odasını terketmişti. Üçüncü Kâtip kaderiyle başbaşa bırakıldığını böylece daha iyi anlamıştı. Büyükelçi ne Ermeni “teröristin” Sefarete sokulmasını, ne de bu doğrultuda bir talimat vermiş olma riskini üzerine almak istiyordu. Ola ki adam gerçekten terörist çıkarsa, bütün sorumluluğu Üçüncü Kâtibe atacak bir uzaklıkta kendisini konumlandırma telaşındaydı. 

İki vatandaş kendilerine verilen randevu saatinde Büyükelçiliğe geldiler, üst aramasından geçtikten sonra içeriye alındılar. Bunlar iki ortaktı, bazı rutin Konsolosluk işlemleri için gelmişlerdi. Ermeni vatandaş aslında yaklaşık otuz yıldır o ülkede yaşıyordu, küçük bir çocukken babası Agob Efendiyle Baragonya’ya gelmişti. Agob Efendi, Baragonya’ya yerleşen pek çok Ermeni’den farklı olarak Türkiye ile bağlarını korumaya çalışıyordu ama bu konuda büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştı. Otuz yıl önce Türkiye mevzuatına göre Bakanlar Kurulu izni olmadan ikinci bir ülke vatandaşlığını alanlar Türk vatandaşlığından çıkarılıyorlardı. Askerliğini Türkiye’de uzun dönem yapmış bir Ermeni olan Agob Efendi, doğma büyüme Beyoğlu’luydu ve fırsat buldukça Türkiye’ye gidiyor ve tatillerini İstanbul’da geçiriyordu. Baragonya vatandaşlığını alma hakkını elde edince, Türk vatandaşlığını kaybetmemek için yirmi yıl kadar önce Büyükelçiliğe başvurmuş ve yardım talep etmişti. Büyükelçilik Agob Efendiye yol göstermek yerine Bakanlığa Baragonya vatandaşlığına geçtiğini bildirmişti. Kendisini ikinci ülke vatandaşlığına geçme izin belgesini vermek üzere Büyükelçilikten arayacaklarını bekleyen Agob Efendi, vatandaşlıktan çıkarıldığını öğrenince kahrolmuştu. Oysa Baragonya’da yaşayan ve Türkiye ile alakasını kesen bazı Ermeniler, Büyükelçiliğe Baragonya vatandaşlığına geçtiklerini bildirmedikleri için hala Türk vatandaşlıklarını koruyorlardı. Büyükelçiliğin, hangi Ermenilerin Baragonya vatandaşı olduğunu resmen tespit etmesi imkânsız gibi bir şeydi. İşleri kanunlara uygun yaparak Türkiye ile temasını devam ettirmek isteyen Agob Efendinin bu cehdi büyük bir hezimetle sonuçlanmıştı. Türk vatandaşlığını koruyan oğluyla hala Türkçe konuşuyorlardı. Babasının kendisine eski İstanbul Türkçesini öğrettiğini, bu nedenle başta Türk ortağı olmak üzere tanıştığı Türklerin konuştuğu dile çok şaşırdıklarından bahsetti. Mesela geçenlerde kızkardeşinin eşinden bahsederken “güvey” demiş, Türk ortağı kimi kastettiğini anlamamıştı. 

Lafı lafı açıyordu. Üçüncü Kâtip, misafirlerine birer kahve de söylemişti. Bu arada, Büyükelçiliğin güvenliğinden sorumlu Komiser, kurşun geçirmez yelek giymiş ve silahını donanmış halde açık kapıdan arada bir göz gezdiriyor, son durumu Büyükelçiye bildiriyordu. Heyecan içerisindeki Büyükelçinin tansiyonu yükselmiş, şekeri düşmüştü, bir Konsolosluk işleminin bu kadar uzamasından dolayı sinirlenmeye başlamıştı. Her şeyin farkındaki Üçüncü Kâtip, Büyükelçiyi azabından kurtarmak üzere vatandaşlarla sohbeti hemen toparladı ve onları güzelce yolcu etti. 

Fakat Büyükelçi ikna olmamış, bu külü yutmamıştı. Ona göre bu Ermeni’nin geliş sebebi bambaşkaydı. Saldırıyı planlamak üzere mıntıkayı görmek maksadıyla bir bahane uydurarak içeri girmişti. Aptal Üçüncü Katip de herifi içeri sokarak işini kolaylaştırmıştı. Artık terörist saldırının eli kulağındaydı. Muhtemeldir ki bunu gece yapacaktı. Bu yüzden Büyükelçi, Ermeni teröriste gafil avlanmamak için rezidansında yatak odasında değil, misafirler için ayrılmış odalardan birinde yatmaya başladı. Ermeni terörist, Büyükelçiyi öldürmek için gece lambası yanan odayı basarken Büyükelçi elinde silahıyla arka kapıdan çıkarak çoktan tehlikeden kurtulmuş olacaktı. Yine bahçe duvarlarının arkasından aniden çıkarak onu terasta vurabilirdi, bu nedenle artık içeride daha güvenli bir yerde yemeklerini yemeye başladı.

Günler haftaları kovaladı, Ermeni vatandaş postayla başvurularını yapabileceğini öğrendiği için artık bizzat Sefarete gelmiyor, arada bir işlemleri için konuşmak üzere Üçüncü Kâtibi arıyordu. Bu arada konforlu yaşamını özleyen Büyükelçi erken emeklilik hayatına dönme cesaretini gösterdi ve yatağında yatmaya başladı. Terasta kahvaltı yapmaya kendini ikna etmesi ise biraz daha uzun sürdü.

Bir gün Ermeni vatandaş, Üçüncü Kâtibi arayarak bir iş için başkente yakın bir yere geleceğini, bu arada Büyükelçiliğe uğrayarak evraklarını bizzat kendisinin verebileceğini belirtti. O tarihte izinde olacak olan Üçüncü Kâtib’in gözünde Ermeni vatandaşın ikinci kez gelişini duyacak Büyükelçi ve Başkâtibin halleri geldi. Aslında bunu evveliyatla haketmişlerdi ama Türkiye’yle her şeye rağmen bağlarını korumaya çalışan Agop Efendinin oğluna yapabilecekleri aklına gelince bu fikrinden vazgeçti ve onu işlemlerini postayla yapmayı sürdürmeye ikna etti.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Arnavutlar

Arnavut ırkı -kendi dillerinde “şkiptar”-, ari ve yerli-otokton bir ırktır. Bu şu demektir; Slavlar veya Türkler gibi gelip başka bir bölgeden Balkanlara yerleşen bir ırk değildir.  Türkçe'deki Arnavut kelimesi bir güney Arnavut (Toska) aşireti olan 'Arvanit'lerin  Türkçeleştirilmiş şeklidir. Arnavutlar ülkelerine "Kartallar Yuvası" anlamında Shqiperia  (okunuşu Şkpria) derler. Diğer dünya dillerinde ise 'Albania' (Albanya) kelimesi  kullanılır.  "Kartal ülkesi" simgesi, Arnavutluk bayrağının çift  başlı kartaldan oluşan motifinin de kaynağıdır (Çift-başlı kartal figürü Hititler'den başlar, Romalılarda sarı zemin üzerinde görülür, bugün pek çok devletin bayrağında bulunur.) Balkanlar’da beş ayrı devlette yaşayan Arnavutlar, Arnavutluk ve Kosova'da çoğunluk, Makedonya, Karadağ ve Sırbistan'da (Preşova bölgesi) azınlık durumundadırlar. Arnavutluk Bayrağı Arnavutluk 'un  3 milyonluk nüfusunun yaklaşık yüzde 90'ı Arnavuttu...

Her şeye rağmen (ŞİİR ÇEVİRİSİ)

Her şeye ve her şeye rağmen Aptallığa, dalavereye ve her şeye rağmen, Yine de biliyoruz ki: insanlık  Zaferi kazanacaktır her şeye rağmen Trotz alledem und alledem, trotz Dummheit, List und alledem, wir wissen doch: die Menschlichkeit behält den Sieg trotz alledem - Ferdinand Freiligrath (ö. 1876) (Tercümesi tarafımdan yapılmıştır.)

Libya'daki petrol kavgası

Libya tarih boyunca üç parçalı bir yapıya sahiptir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde üç vilayetten (Trablusgarp, Sirenayka ve Fizan) oluşur ki bu yapı esasen Roma İmparatorluğu dönemine dayanan bir geçmişin yansımasıdır. Öyle ki Doğu ve Batı Roma’nın sınırları da ülkenin tam ortasından geçer. Bu farklılık Bingazi merkezli Sirenayka’nın Maşrik’e, Trablusgarp’ın ise Mağrib’e ait olduğu gerçeğiyle kendisini gösterir. Libya terimi Romalılar için Sirenayka bölgesini ifade eder. Bugünkü anlamıyla ise İtalyanlar tarafından 1911’de bölgeyi işgal ettikten sonra kullanılır. Fizan ise Akdeniz coğrafyasından uzakta Sahra çölünün ortasında Afrika’ya ait bir bölgedir. Ülkeyi güçlü bir ordu ve bürokrasi oluşturarak birleştirip yönetmeyi tehlikeli bulan Kaddafi’nin iç siyaseti “böl ve yönet” düsturuyla kabile liderlerine dağıtılan bol bol paralara dayanmaktaydı. Kaddafi'nin dönemin yükselen Arap milliyetçiliği ve birden akan petrol geliri sayesinde kurduğu despotik idaresinin kendisinden sonra deva...