Bir millet, gayrı safi milli hasılasını yükseltmek, gösterişli binalar, köprüler ve havayolları yapmak için yaşayamaz, o ancak bir ideal için var olur. O mefkûre o milleti bir arada tutar ve diğer toplumların ona saygı duymasına yol açar. Bu mefkûreyi gerçekleştirmek için kendisine düşen vazifeleri hissedenler ve bunun için fedakârlıklarda bulunmaya hazır olanlar, ancak o fertler, o milletin gerçek temsilcileri sayılabilirler. Çünkü sadece o fertler, bencilliğin ve çıkarcılığın zorlu prangalarından kendilerini kurtararak adeta Sokrat’ın mağarasından çıkmayı başarmış o insan gibi güneşin parlak ışıkları altında hakikati olduğu gibi görebilmek için gözlerine muvakkat bir acı çektirmekten korkmadan hürriyete kavuşmuşlardır. Bu nedenle, sadece onlar, tüm insanların, tüm insanlarla ilişkisi olduğunu ve bunun her insana belirli sorumluluklar getirdiğinin bilincindedirler. Birbirinin yükünü, ancak diğerkâmlığın bahşedebileceği mutluluk ve huzurla taşıyanlar, ancak onlar, bir millete mensubiyetin şerefini hissedebilirler. Yeryüzündeki her ferdin iyiliğini, yani sosyal adaleti hedeflemediği müddetçe hiçbir mefkûre ulvilik damgasını üzerine alamaz.
Tarihçilere Eflatun’un ideal devletine en fazla yaklaşan kurumların Osmanlı Devletinde olduğunu söyleten ne nadide saraylar ve camiler, ne de cephelerde kazandığı muhteşem zaferlerdi. Adı artık hatırlanmayan pek çok devletin içinde belki daha gösterişli binaları ve askeri başarıları olanlar vardı ama tarihin çöp sepetine atılmaktan kurtulamadılar. Osmanlı Devleti İstanbul’u aldığında değil, Bizans başkentindeki rüşvet çarkından bezen Rum tüccarlar, daha adil bir idarenin olduğunu gördükleri Bursa’ya göç ettiklerinde zamanı fethetmişti. Aydınlanma dönemi başlarında İtalya’da daha eşitlikçi bir düzen sunan Osmanlı'nın sağladığı imkânların cazibesine kapılan pek çok mühtedi vardır. Kanuni Sultan Süleyman döneminde İstanbul’da Habsburg İmparatorluğunun sefiri olarak görev yapan Ogier Ghiselin de Busbecq, Osmanlı idaresinin meritokrasiye dayandığından bahisle şu gözlemini paylaşır: “Sultan’ın hizmetinde yüksek görevlerde bulunanların çoğu köylü çocuğudur ve soylarından utanmak bir yana bununla iftihar ederler, onlar için konumlarını doğumdan kaynaklanan bir ayrıcalığa borçlu olmamaları övünç kaynağıdır.” İmparatorluğun başarısının, başkaları üzerinde hâkimiyet kurarak devamlı sınırlarını genişletmesinin hikmetini de bu özelliğiyle ilişkilendiren Habsburg elçisi, Avrupa ülkeleriyle de şöyle bir kıyaslama yapar: “Bu fikri biz benimsemiyoruz, bizde kabiliyetlerin önü açılmıyor, doğuştan ayrıcalıklar herşeyde asıl ölçü olup kamu görevinde yükselmenin tek anahtarıdır.” Osmanlı kadıları gayrımüslimlerin haklarını korumak konusunda hakkaniyetlidirler. Haim Gerber, 17. ve 18.yy’larda Hristiyan ve Musevilerin Müslümanlarla karşı karşıya geldiği örnek sekiz davayı incelediğinde yedisinin gayrımüslimlerin lehine sonuçlandığını tespit etmiştir. 1676 tarihli bir İngiliz broşüründe, “Hristiyanların ortak düşmanı olan Türk, buna rağmen, bizim için derin bir utanç vesilesi olacak şekilde, kendi hâkimiyeti altındaki Hristiyanlara, Hristiyanlardan daha fazla kolaylık ve hürriyet temin etmektedir” denilir. Osmanlı dört asır sonra cephelerde yenildiği için değil, Rum tüccarlar, İstanbul’daki rüşvet çarkından bezip Odesa gibi şehirlere kaçmaya başladıklarında “hasta adam” olmuştu. Bir millet savaşlar kaybettiği zaman değil, idealini kaybettiğinde yıkılır.
Roma’yı tarihin en uzun süreli, en etkili, en büyük imparatorluğu yapan ayrıcı vasfı güçlü orduları değildi, çok daha geniş topraklara hâkim olan Moğolların tarihteki yeri Roma’dan çok daha geridedir. Roma uzun cumhuriyet döneminde belki kazandığı kadar savaşı kaybediyordu. Her yenildiğinde yeniden ayağa kalkmasıyla düşmanlarından farklılaşıyordu. Roma’yı böylesine güçlü yapan husus “kapsayıcı vatandaşlık kavramında” yani göçmenlere ve yeni halkları içine almaya açık oluşunda, onlara çağına göre eşit imkanlar sunabilmesinde gizliydi.
Napolyon Fransız Devriminin hürleştirici ideallerini temsil ettiği zaman Alman Beethoven’in senfonilerini kendisine adayacağı kadar büyüktü. Kendisini imparator ilan ettiği zaman ise küçüldü, Beethoven onun için “Artık o da bir tiran” diyecekti. Nitekim Napolyon despotik hükümranlığını Avrupa'ya kabul ettiremedi. Amerika, modern zamanların ilk cumhuriyetini kurduğunda büyüktü, fakat bu cumhuriyet ekonomik zenginlik bahanesiyle kölelerden vazgeçmek istemeyince bir kimlik krizi ve can çekişmenin içinde buldu kendisini… Ona yeniden büyüklüğü “Siyahlar da dâhil tüm insanlar yaratılıştan eşittir”, “Liberal demokrasi, hoşuna gitse de, gitmese de, ilahi adaletin gerektirdiklerine uymak zorundadır” diyen Lincoln verdi… Hitler, Alman ordularını seferber ederek, “yüce Alman ırkının liderliğinde” bir Avrupa inşa etmeye kalktığında yenildi, ama tüm ulusların eşit olduğu demokratik düşüncesine dayanan Avrupa fikri, merkezinde Almanya’ya ayrıcalıklı bir yer vermekten de çekinmeyerek kabul gördü ve dünyanın en başarılı uluslar üstü örgütü vücuda geldi.
Yurtdışında her tanıştığım Anadolulunun gözlerinde bir hasreti görüyorum… İster Türk, ister Kürt, ister Alevi, ister Sünni, ister Ermeni, Rum veya Musevi olsun… İsterse bulunduğu memleketin vatandaşlığını almış ve orada izzet ve itibar görüyor olsun… İsterse yaşadığı ve lisanını ana dili gibi konuştuğu ülkeyi neredeyse Anadolu gibi sevmiş olsun… Hepsinin gözlerinde, ifadelerine de yansıyan bir hasret var… Bu hasret, vatanlarını, - artık ikinci bir vatanları olsa bile - yeniden sahiplenebilme anını beklemekle ilgilidir. Türkiye’den bahsedilince, annesinden ayrı kalan bir çocuğun duyduğu özleme benzer bir şekilde, bir gün vatanına, zihni planda kavuşabileceği anı bekleyen o ıstıraplı bakışı fark etmemeniz mümkün değildir.
Dışarıda bedenen ve ruhen yaşanan bu gurbet, bugün içeride fikren hissedilir haldedir. Ne yazık ki, bu milyonlarca insanı bir araya getiren sadece bu ıstırapları ve aynı toprağa ve kültüre olan bağlılıklarıdır. Bunun dışında pek çoğu için o özlem duyulan an, ancak ve ancak, kendi topluluğunun hükümet ettiği bir Anadolu’nun var olması halinde yaşanabilecektir.
Bugün bir ölüme şahit oluyoruz. Dar ve dışlayıcı kalıplarıyla anlaşılan milliyetçilik fikri hummalı bir şekilde can çekişmektedir. Bu sadece Türkiye’de değil, dünyada da böyledir. Yeni bir doğuş mukadderdir, fakat bu ne şekilde olacaktır? Bunu bildiğini iddia edenlerin, bilmediğini söyleyenlerden daha cahil olduklarına şüphe yoktur. Bu doğuşa önderlik etmek isteyenler eğer devasa ordularına veya devasa şirketlerine güveniyorlarsa yanıldıklarını er ya da geç göreceklerdir… Böyle bir doğuşa ancak tüm insanlık ailesinin kendisinden bir parça bulabileceği bir ideal önderlik edebilir.
Milliyetleriyle övünen nesiller, atalarının kritiğe tabi tutmadıkları ve onlar yerine pişmanlık göstermedikleri tüm günahlarına ortaktırlar. Herkes tarafından işlenmiş oluşu bir suçun ne vasfını ne de getirdiği sorumluluğu ortadan kaldırabilir. Yasaları değiştirmekle veya yasaya uydurmakla hiçbir suç vasfını kaybetmez, vicdan ve aklıselim mahkemesinin mahkûm ettiği her fiil er geç bir suç olarak algılanır. Ancak bu bilince sahip bir millet anlayışı, mensuplarını iknanın gücüyle kendisine ve birbirine bağlayabilir.
Bir millete ait olmak ve bununla iftihar etmek ancak ve ancak başta dili, edebiyatı ve mimarisi gibi onun yüksek kültürünü temellük etmeyle ilgili olup tek başına etnik bağ bu tür bir aidiyete sahip olmak ve kendini onu temsil makamında görmek için yeterli değildir. Her milletin insanlık ailesine yapacağı önemli katkılar vardır, fakat bu katkıları ancak o milletin gerçek temsilcileri yapabilecek durumdadır. Bir milleti ancak tarihi müktesebatının getirdiği sorumluluğu eğitim, görgü ve statüsüyle taşımakta olan insanlar temsil edebilir.
Eğer insanlık ailesinin şerefli bir üyesi olarak bu doğuşta ön sıralarda yer almayı arzuluyorsak, bu ancak milletin her ferdinin eski alışkanlıkları, önyargıları bir kenara bırakarak siyasi, etnik ve dini gruplara aidiyetlerin, akıl ve vicdanların gösterdiğinin dışındaki yollara tevessül edilmesinin bir bahanesi olamayacağını kabul etmekle ve böylesi bir duruş için her türlü fedakârlıkta bulunmaya hazır olmakla mümkün olacaktır. Türkiye’nin her cemaat ve gruptan elitlerinin asıl ödevi budur. Böyle bir kendini aşma ve kendini gerçekleştirme yaşanmadıkça, hiçbir siyasi parti, hareket veya liderin Türkiye’yi “kurtarması” mümkün değildir. Çıkar ve etki gruplarının değil, en geniş anlamıyla milletinin ve insanlığın hizmetkârı olduğunun bilincinde bir devleti kurabilmenin tek yolu budur.
Yorumlar
Yorum Gönder