Ana içeriğe atla

Arnavutlar

Arnavut ırkı -kendi dillerinde “şkiptar”-, ari ve yerli-otokton bir ırktır. Bu şu demektir; Slavlar veya Türkler gibi gelip başka bir bölgeden Balkanlara yerleşen bir ırk değildir. Türkçe'deki Arnavut kelimesi bir güney Arnavut (Toska) aşireti olan 'Arvanit'lerin Türkçeleştirilmiş şeklidir. Arnavutlar ülkelerine "Kartallar Yuvası" anlamında Shqiperia (okunuşu Şkpria) derler. Diğer dünya dillerinde ise 'Albania' (Albanya) kelimesi kullanılır. "Kartal ülkesi" simgesi, Arnavutluk bayrağının çift başlı kartaldan oluşan motifinin de kaynağıdır (Çift-başlı kartal figürü Hititler'den başlar, Romalılarda sarı zemin üzerinde görülür, bugün pek çok devletin bayrağında bulunur.) Balkanlar’da beş ayrı devlette yaşayan Arnavutlar, Arnavutluk ve Kosova'da çoğunluk, Makedonya, Karadağ ve Sırbistan'da (Preşova bölgesi) azınlık durumundadırlar.

Arnavutluk Bayrağı
Arnavutluk'un 3 milyonluk nüfusunun yaklaşık yüzde 90'ı Arnavuttur, geri kalanı Türk, Makedon, Karadağ, Roman ve diğer azınlıklardan oluşur. Başkent Tiran'ın nüfusu 450 bindir. Arnavutluk ve İtalya arasındaki mesafe Otranto Boğazı'nda 70 km'ye kadar düşer. Arnavutluk dışında Balkanlardaki en kalabalık Arnavut'un bulunduğu Kosova'nın 2 milyonluk nüfusunun yaklaşık yüzde 90'ı Arnavut, yüzde 4'ü Sırp ve Karadağlıdır. Bunun dışında Türk, Boşnak, Makedon, Aşkavi ve Gorani azınlıkları vardır. Başkent Priştine'nin nüfusu 200 bindir. Kuzey-güney yönünde 110 km, doğu-batı yönünde ise 80 km genişliğindedir. Öte yandan, 2001 yılında Arnavutçanın ikinci resmi dil olarak kabul edildiği Makedonya'nın 2 milyonluk nüfusunun yüzde 25'ini Arnavutlar oluşturmaktadır. Keza, Karadağ'da yüzde 5-7, Sırbistan ve Yunanistan'da yüzde 2-3 civarında Arnavut azınlıklar bulunur.

En kalabalık Arnavut diasporası Türkiye’dedir; Bursa ve İstanbul’da yoğundurlar, kültürel yakınlık nedeniyle Türk toplumuyla bütünleşmiş olduklarından sayılarını tam olarak tespit etmek mümkün olmamakla birlikte 3-4 milyona kadar çıkarabilenler de bulunmaktadır. İstanbul’da biri Boğaz’da diğeri Gaziosmanpaşa’da iki Arnavutköy vardır. Tarihte, ortodoks Arnavutların, grekleşebildiği (rumlaştığı) görülür. İstanbul Arnavutköy’dekiler de böyledir. Mesela futbolcu Lefter Rum bilinse de etnik olarak Arnavut’tur, ama ortodoks olduğundan Rum sayılır. İstanbul’un meşhur tatlıcıları, İnci Pastanesi, Bayram Pastanesi’ni kuranlar da böyledir. Osmanlı mutfağıyla meşhur Üsküdar'da Kanaat Lokantası ve Kadıköy'de Yanyalı Fehmi Lokantası'nın sahipleri de Arnavut kökenlidir.

Türkiye dışında en büyük Arnavut diasporalarının olduğu ülkeler ABD ve Almanya'dır, bu ülkelerin her birinde sayılarının 400 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir. İtalya ve İsviçre'de de hatırı sayılır bir diaspora vardır. Son yıllarda görülen bir olgu olarak, çoğunluğu Güney Arnavutluğun Epir bölgesinden olan sayıları yüzbini bulan ve genellikle kaçak işçi olarak çalışan gençler Atina’da yaşamaktadır. (Yunanistan'ın bağımsızlığına dek Atina ve civarında çoğunluğu Arnavutlar oluşturur.)


Tiran'da Hacı Ethem Bey Camii ve Saat Kulesi - 2011
TİRAN'DA...
Şehrin merkezi kabul edilen İskender Bey meydanında yer alan Hacı Ethem Bey Camii, Tiran'da Osmanlı döneminde inşa edilenlerden günümüze ulaşabilen tek büyük camii olmasıyla ilginç ve önemlidir. Diğerlerinin akibetine uğramadan korunmuş olmasını komünist dönemde sanatsal ve mimari güzelliği dolayısıyla kültürel anıt ilan edilmesine borçlu olan cami, kırmızı-yeşil renklerin hakim olduğu etkileyici yerel ağaç ve gül motifleriyle bezelidir. 1967-1990 yılları arasında müzeye dönüştürülen Hacı Ethem Bey Cami, yanındaki tarihi Saat Kulesi ve İskender Bey heykeliyle meydanın siluetini oluşturur. 11 metre uzunluğundaki heykel, komünist dönemde ulusal bir kahraman mertebesine yükseltilen İskender Beyin ölümünün 500. yıldönümü olan 1968'de diktatör Enver Hoca tarafından yaptırılır.


Hacı Ethem Bey Camii'ndeki ağaç ve gül motifleri

TARİHİ KÖŞE TAŞLARI
Arnavutluk halkının menşei kabul edilen, Hint-Avrupa asıllı İllirya kabileleri, Yunan kültüründen fazla etkilenmeyerek dillerini ve etnik kimliklerini korurlar. Roma döneminde de otonom yapısını sürdürmeyi başaran Arnavutluk stratejik konumu nedeniyle 7. - 13. yüzyıllar arasında sırayla Alanlar, Vizigotlar, Hunlar, Avarlar, Islavlar, Bulgarlar, Sırplar ve Sicilyalı Normanların işgaline uğrar.

1054'de Doğu ve Batı Kiliselerinin birbirlerini aforoz ederek ayrılmaları üzerine Arnavutluğun güneyi Ortodoksluğu, kuzeyi ise Katolikliği tercih eder. Hristiyan dininin ülkenin kuzeyinde ve güneyinde iki ayrı yapıda olmasının nedeni Arnavutluğun Doğu ve Batı Roma İmparatorluklarının sınırın yer almasıdır. M.S. 395'te Roma İmparatorluğunu Doğu ve Batı olarak ikiye ayrıldığında, -siyasi sınırı Arnavutların yaşadıkları bölgenin kuzey ucu kabul edilebilecek Drina nehri belirlese de-, Kuzey Arnavutluktaki sınır bölgeleri Roma kilisesine bağlı bırakılmıştır.

Arnavutların yüzyıllarca sosyal yaşamını düzenleyen geleneksel aşiret kuralları Dukagin kanunları olarak bilinir, ismini 12-13.yüzyıllarda güçlü bir prenslik kurmuş aileden alır. Dukagin kanunlarının temel prensiplerinden birisi ise “aileden birinin öldürülmesi, eve tecavüz edilmesi, vadedilen kızın verilmemesi, borcun ödenmemesi, sözle veya herhangi bir şekilde tecavüz edilmesi halinde bunu yapanı öldürmenin mubah oluşudur.” Bu nedenle, tarih boyunca Arnavutluk'ta kan davaları çok yaygındır, özellikle Kuzey bölgelerinde pek çok erkeğin öldürülmesine yol açacak çapta genişleyebildiğinden evlerin küçücük pencerelerle kale gibi yapılmasına yol açmıştır. 1861 yılında İşkodra’ya giden Cevdet Paşa, cinayetsiz bir gün geçmediğini yazar. II. Abdülhamid'in emriyle Arnavutluk'ta kan davalarını sona erdirme amacıyla kurulan “Musâlaha-yı Dem” komisyonları cinayetleri ancak bir nebze durdurmayı başarabilir.

1389'da Kosova Savaşı'ndaki muzafferiyetle Osmanlılar için Balkanların kapıları sonuna kadar açılır. Sultan I.Mehmet döneminde 1415-1417 arasında Arnavutluk'un önemli şehirleri fethedilir. Bununla birlikte erişimi zor dağlık bölgelere Osmanlı hakimiyeti hemen ulaşamaz. Bir süre sonra İskender Bey isyanı başlar. 

Babası, Arnavutluk’un en önemli ailelerinden Kasteryotların derebeyi olan İskender Bey (Gergi Kastrioti) dokuz-on yaşlarındayken rehine olarak Osmanlı sarayına (Enderun) eğitim için gönderilir, burada müslüman olur ve on beş yıl padişahın iç oğlanları arasında hizmet görür. Bilahare Akçahisar subaşısı olarak Arnavutluk'ta görevlendirilir. Osmanlı ordusunun 1443'de İzladi muharebesinde yenilmesi, bölgede merkezi hakimiyetin belli bir süre zayıflamasını ve Arnavut feodal beylerin güçlenmesini doğurunca, İskender Bey babasının toprağı olan Mus’un zeamet olarak kendisine verilmesini ister. Bu reddedilince İskender Bey, Osmanlı idaresine karşı bazı Arnavut reislerle birlikte başkaldırır. (İskender Bey olayından sonra Osmanlı devlet idaresi hiçbir yeniçeriyi kendi memleketinde görevlendirmemesi gerektiği dersini alacak ve bu kaide daha sonra sıkı bir şekilde uygulanacaktır.) Hristiyanlığa döndüğünü ilan eden İskender’in isyanı Osmanlı Devleti’nin o dönemdeki rakipleri olan Papalık’ın yanı sıra Macaristan ve Venedik devletleriyle Napoli krallığından büyük destek alır, dağlık bölgede uyguladığı çeteci taktiklerine karşı, Osmanlılar uzun süre başarı kazanamaz. 1450'de II.Murat, dört buçuk ay kuşatma altında tuttuğu Akçahisar'ı (Kruje) fethedemeden geri çekilir. Bu çekilişi sevinçle karşılayan Papa V. Nicolas, bir kahraman ilân ettiği İskender Bey’e yardım için bütün hristiyan güçlere çağrıda bulunur. İskender Bey üzerine II.Mehmet döneminde de seferler düzenlenir, nihayet 1466 ve 1467'de Sultan Fâtih bu meseleyi halletmek için ordunun başında Arnavutluk’a giderek Akçahisar'ı iki kez kuşatır, fakat çok sarp bir yerde yapılmış bu kaleyi almak imkansızdır. Arnavutluk'un tamamen Osmanlı hakimiyetine geçmesi 1468'de hastalanan İskender Bey'in İtalya'da ölümünden sonra mümkün olur. Ulusal bir karaktere büründürülerek Arnavut genel isyanı olarak gösterilmek istense de İskender Bey, sadece Kuzey Arnavutluk’ta hakimiyet kurabilmiş, Güney Arnavutluk daima Osmanlı idaresinde kalmıştır. Nitekim İskender Bey’e karşı yapılan savaşlarda Osmanlı ordusu saflarında birçok Arnavut beyi de bulunmuştur. 

Sonraki dönemde kendine ısındırma ve bağlama yöntemi olan “İstimalet” siyaseti meyvelerini verir. Osmanlı İmparatorluğu’nun tarım arazisini devlet malı kabul ederek tımar şeklinde Arnavut aristokrasisi ve büyük ailelere dağıtmaya başlamasıyla halkın devlete bağlılığı artar. Tımar verilen aileler genellikle Hristiyan’dır, bunun için İslâmiyet’i kabul etmeleri şart koşulmaz. 

Balkanlarda Arnavutların başka örneği olmayan bir özelliği, Osmanlılarla karşılaşmaları sonrası 14.yüzyıldan itibaren İslamiyet’i toplu olarak kabul etmeye (ihtida) başlamalarıdır. Arnavutların İslamiyete geçişi yoğun olarak 17.yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşir. 18.yüzyılın ikinci yarısı itibariyle de bütün etnik Arnavutların üçte ikisi Müslüman olur; Balkanlar'da Arnavutlardan başka bu yoğunlukta bir değişim gösteren ikinci bir ırk yoktur. Arnavutlara yaklaşır gözükse de Boşnaklar, güney Slavlar (Yugoslavya) içerisindeki 6 büyük gruptan biri olarak slavik bir toplumdur (yani üçte ikiye karşılık altıda bir sözkonusudur.)

Arnavutların İslamlaşmasında, Balkanların genelinde olduğu gibi dervişler önemli etkilerde bulunmuştur. Avlonyalı Ekrem Bey, 16.yüzyılın ortalarında geçtiği tahmin edilen yöre halkının İslamiyet'i seçmesini sağlayan şu efsanevi olaydan bahseder: "İnsanlar dağ deresinin yatağındaki çakıllı alanda toplanmışlar. Aralarında köyün Ortodoks papazı da varmış. İki din adamı arasında çıkan tartışmada, hoca, kendi inancının üstünlüğünü bir Tanrı hükmü ile ispatlamaya hazır olduğunu belirtmiş. O ve papaz (bugün hala 'Hoca'nın Kayası' ['Shkembi'] diye anılan ve dere yatağının 40 m. üstünde olan kayanın üzerine çıkacak ve kendilerini boşluğa bırakacaklarmış; hangisi sağ kalacak olursa, bölge halkı onun inancını kabul edecekmiş. Papaz bu saçmalığa gülmüş ... Hoca ise pes etmemiş; orada bulunanların tümünden, bu mucize gerçekleştiği takdirde, topluca İslamı kabul edecekleri sözünü almış. Sonra kayaya çıkmış, dua etmiş, Allah'a yakarmış ve boşluğa atlamış. Harmanisi ve cüppesi bir paraşüt misali açılmış olmalı ki, havada yavaşça salınarak yere inmiş! Dukat ahalisi sözünü tutmuş ve topluca İslama geçmiş." 

Bir görüşe göre, Arnavutların din değişimini tetikleyen asıl dürtü etnik kimliğini korumaktır; Özellikle 13.asırdan itibaren Ortodoksluk ve Katoliklik arasındaki mücadelede sınır bölgede olan Arnavutlar mezhepsel bölünme noktasına gelirler. Osmanlılar geldiğinde Arnavutluk Hristiyan mezhep ve hanedan kavgalarının yol açtığı siyasi ve sosyal bir kaos içerisindedir. Öte yandan, Osmanlıda halkları ayıran millet sistemi din esasına dayandığı için aralarında bir birliği ve kilisesi olmayan Arnavutlar, Ortodoks ve Katolik iki ayrı millete mensup sayıldıklarından komşu Sırp ve Yunanlıların Ortodoks milleti içinde eriyerek "helenleşme" endişesi yaşarlar. İslamiyete geçerek bütün bu tehlikeleri bertaraf ederler. 1878'de Prizren Ligası kurulduğunda, Ortodoks Arnavutlar, diğer dindeki kardeşleriyle Arnavut olduklarını, Fener'deki Rum-Ortodoks Patrikhanesi'nden ruhen ve hatta pratik olarak koptuklarını açıklarlar. 1861'de “fevkalâde komiser” sıfatıyla İşkodra'da görevlendirilen Ahmed Cevdet Paşa, Arnavutlardaki etnik bilincin ne derece yüksek olduğunu, Avrupalıların ve komşu devletlerin bütün propaganda ve vaatlerine rağmen Müslüman ve Hristiyan Arnavutlar arasındaki ulusal birliği bozamadıklarını belirterek vurgular. 

Arnavutların müslüman olmayan üçte biri kendi içerisinde ikiye ayrılır: Arnavutluğu kuzey ve güney olarak ikiye bölen Şkumbi ırmağının kuzeyinde bulunanlara “gega” (gegler) denir ve katoliktir, güneyinde bulunanlara ise “toska” (tosklar) denir ve özellikle Yunan sınırına indikçe ortodoks’turlar. Ayrıca akraba ırklardan İlliryalılar'ın, Gegler'in ataları, Epirotlar'ın ise Tosklar'ın yani güneyli Arnavutlar'ın ataları oldukları da söylenir.

Arnavutluk nüfusu kabaca yüzde 70'i müslüman, yüzde 20'si ortodoks, yüzde 10'u katoliktir (2011 tarihli bir çalışmaya göre ise, yaklaşık yüzde 60'ı müslüman, yüzde 10'u katolik, yüzde 7'si ortodoks, geri kalanları ise ya dinsiz, ya da kendini tanımlamamaktadır.) Bu iki grubun arasında bulunan Müslümanlar ise çoğunlukla Bektaşidir. Müslüman Arnavutların belli bir bölümünün kendilerine has, "esnek" din anlayışları "Cezayir Koyunu" diyerek domuz eti yemekte sakınca görmedikleri gibi hikayelerle anlatılır. Arnavutlar ve yaşadıkları bölgeler çok renkli ve araştırması keyifli bir coğrafyadır.

İskender isyanından sonra yaklaşık dört asır gibi uzun bir süre boyunca Arnavutlarla Osmanlı devleti arasında önemli bir kriz yaşanmaz. Ahmet Cevdet Paşa, Arnavutluk'un fethedildiği tarihten itibaren Osmanlılar için Rumeli’nin kalesi vazifesini gördüğünü belirtir. Bu sürede, Türkler ve Arnavutlar birbirine oldukça yakınlaşır. Arnavutların Osmanlı İmparatorluğu’nun hâkim sınıfı içinde çok belirgin bir yere sahip olduğu görülür. Bosna gibi Arnavutluk’ta da devşirme sistemi uygulanmış olduğundan, aralarında Gedik Ahmed, Koca Dâvud, Dukakinzâde Ahmed, Lutfi, Kara Ahmed, Koca Sinan, Nasuh, Kara Murad ve Tarhuncu Ahmed paşaların da bulunduğu en az otuz iki sadrazam Arnavut asıllıdır, kapıkulu askerleri arasında da daima ekseriyeti teşkil ederler. 

19.yüzyılın ilk yarısında Arnavutlar ile Osmanlı idaresi arasındaki ilişkilerde sarsıntılara yol açan iki önemli olaydan ilki 1826 Yeniçeri Ocağının kaldırılması, ikincisi ise 1839 Gülhane Hatt-ı Hümayunu’dur. Birçoğu Arnavut kökenli ve Bektaşi olan Yeniçerilerin büyük bölümü, Ocağın lağvedilmesiyle saklanmak için Balkanlara ve özellikle Bektaşi tekkelerinin yaygın olduğu Arnavutluk'a kaçar ve halkı, Türk yönetimine ve Osmanlı Padişahına karşı kışkırtmaya başlar. Arnavutluk'un önemli ailelerinden birine mensup Avlonyalı Ekrem Bey, 1885-1912 yıllarını kapsayan anılarında şöyle der: "Arnavutluk’ta hiçbir Bektaşi, Sultan II. Mahmud’un ismini “Allah onu dünyaya yeniden bir domuz (veya tavşan) olarak getirsin” bedduasını etmeden anmaz. ... Tekkelerin ve dervişlerin Osmanlı İmparatorluğuna olan bu düşmanca tutumları, milli Arnavut hareketinin bu tekkelerde ve Bektaşiler arasında daima büyük bir yakınlıkla karşılaşmasını ve desteklenmesini de beraberinde getirmiştir." Tanzimat'ın merkezileşmeyi amaçlayan reformları ise büyük toprak sahiplerini ciddi bir şekilde endişelendirir. Toprak düzenlemeleri, askerlik mecburiyeti ve en önemlisi yerel yönetimin merkezden gönderilen memurlar vasıtasıyla yürütülmesi büyük ‘feodal’ beylerin kolay kabul edecekleri bir durum değildir. 

93 HARBİ VE TRAVMALARI
Arnavutlar, 19.yüzyılda Büyük Güçlerin rekabet ve müdahalelerine yol açan "Doğu Sorunu"nun merkezindeki bir bölgededir. Yunan, Sırp, Bulgar ve Karadağ milliyetçi hareketleri, tarihi olarak Arnavutların yaşadığı toprakların kendilerine ait olduğunu iddia ederler. Balkanlar’daki siyasi çatışmalar ve çekişmeler büyük ölçüde Osmanlı Balkan coğrafyasının yeniden şekillenmesine yol açan 93 Harbi’nin (1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı) tüm dengeleri bozmasıyla başlar. (Şunu da belirtmek gerekir ki, Rusya'nın bütün tahriklerine rağmen savaş boyunca Ortodoks ve Katolikler de dahil bütün Arnavutlar, Osmanlı devletine sadık kalmıştır.)


Şemsettin Sami ve eşi Emine hanım
Arnavut ulusal kıpırdanmaları, 93 Harbi’ni izleyen dönemde, önce bir takım entelektüel hareketler olarak başlar, bunların içerisinde Fraşeri ailesinin çok özel bir yeri vardır. Biz kendi kültürel tarihimizden çıkmış kişiliklerin bu bölgeye yansımalarını tam anlayabilmiş değiliz. Tarih doğru olarak algılanamıyor ve anlatılamıyor. Tarihi askeri amaçlı yayılma çerçevesinde ele alıyoruz, olayın sosyolojik, kültürel ve mekan tarafını, hele coğrafyayı asla bilmiyoruz. Şemsettin Sami Fraşeri, Arnavut entelektüelliğinin zirvesidir: Önemi, sadece Arnavut diline yaptığı katkılarla sınırlı değildir, ilk Türkçe romanı ve Türkçe'nin gramerini kaleme almıştır, Fransızca-Türkçe, Arapça-Türkçe sözlükleri vardır. (Galatasaraylı Ali Sami Yen, oğludur. Arnavutluk devletinin, Şemseddin Sami'nin Erenköy'deki kabrinin Fraşeri köyünde yapılacak bir anıt-mezara nakli için Türkiye'den resmi talepte bulunduğu bilinmektedir.) 

1879 yılında İstanbul’da kurulan Arnavut Harfleri Topluluğu, o dönemde Arnavutluk'un güneyinde ortodoks etkisiyle Yunan, kuzeyinde katolik etkisiyle latin, merkez bölgelerinde ise Osmanlı alfabesinin kullanılmasından dolayı ortaya çıkan bölünmüşlüğü sona erdirecek bir Arnavut alfabesinin oluşturulmasını hedefler. Bu grubun üyesi olan Şemsettin Sami, böylece Arnavutların “İstanbul Alfabesi” dedikleri Arnavut Dilinin Alfabesini oluşturur ve gramerini yazar. Arnavutluk’un milli kahramanı kabul edilen abisi Abdullah Hüsnü Fraşeri (Abdül Fraşeri) Arnavut milli hareketinin bağımsızlığa giden yolda ilk kıpırdanışı kabul edilen Prizren Birliği'nin önderleri arasındadır. Üçüncü kardeş Naim Fraşeri ise Arnavut edebiyatının kurucusu kabul edilir. Fraşeriler, Arnavutluk'un köklü Bektaşi ailelerinden biridir. 

Abdül Fraşeri, 14 Ocak 1878'de Meclis-i Mebusan'da verdiği nutkunda Osmanlı devletinin geri kalma sebeplerini üç noktada toplar ve bunları cehalet, istibdat, yönetimde bulunan bireylerin dirayetsizliği, sefahata düşkünlükleri olarak sıralar. Ona göre, meşrutiyetin ilanı ile istibdat kalkmış olsa da cehalet ve idareci sorunu devam etmektedir: “… Arnavutluk kıtasında hiç bir köy yoktur ki mektebi olsun, ve ne de bayram namazını kıldıracak, hiç olmazsa cumadan cumaya bir ezan-ı Muhammedi için imamlar bulunsun …. Artık insaf! Bu cehaletle biz nasıl medeni olabiliriz. Nasıl terakki edebiliriz? …” Abdül Fraşeri, 21 Nisan 1878’de yayınlanan bir makalesinde ise Arnavutluğun sınırlarını, kuzeyde Dalmaçya, Karadağ, Bosna, Sırbistan’da başlatıp ve Vronya, Köprülü, Pirlepe, Manastır ve Kastorya’yı içine alacak şekilde güneyde Kostur, Kesriye`den hareketle Ambrakya bölgesine kadar uzatır; "İyon ve Adriatik denizleri de iş bu sınırlar içinde yaşayan ve iki milyonu bulan kıtada güçlü bir büyük Arnavutluk kurmaktan başka çare yoktur” der.

Sultan Abdülhamit ile Jön Türkler arasındaki kutuplaşmanın doğurduğu Osmanlıdaki siyasi parçalanmışlık Arnavutlara da yansır. Özellikle Kosova dahil kuzeydeki dindar kesim muhafazakar-İslami bir düşünceyle Abdülhamid ve saltanat taraftarı olurken, buna karşılık daha güneyde yer alanlar İttihat ve Terakki’nin etkisi altındadır. 1912 yılında Arnavutluk’un bağımsızlığını ilan ederek ilk hükümeti kuran, Osmanlı yönetiminin üst kademelerinde görevlerde bulunmuş İsmail Kemal Bey, hatıratında, Osmanlı’nın Balkanlarda Arnavutluk'u feda ettiğini ve kendi dünyası içindeki Abdülhamid'in yanlış yönlendirilmeye müsait olduğundan Osmanlıyı parçalanmaya götürecek hatalı kararlar aldığını söyler. Öte yandan İsmail Kemal Bey, Jön Türklerin yeteneklerine ilişkin de şüpheler taşır. Arnavut ileri gelenleri arasında Sultan Abdülhamit’in politikalarının İmparatorluğun ömrünü uzatmaya yaradığını düşünen, Jön Türklerin "pan-Türkist" yönelimlerinin sakıncalarının farkında olan, bu yüzden II. Abdülhamid'e Jön Türklerden daha çok güvenen bir kesim de vardır. 


İsa Boletin - Kaynak: Wikipedia
II.Abdülhamit, muhafazakâr Arnavut liderleri kullanarak harekete dini bir görünüm vermek suretiyle ulusal içeriğini zayıflatmayı amaçlar. Arnavutları kazanmak için büyük kısmı vergiden muaf tutulur ve İsa Bolatin gibi liderleri ihsanlara boğulur. II.Abdülhamid'in kendi usullerinde yemin ettiklerinde, yani "besa yaptıklarında", Arnavutların kesinlikle ihanet etmeyeceklerini öğrendiğinden özel muhafız alayını onlardan oluşturduğu söylenir.  II.Abdülhamid döneminde en uzun süreli sadrazamlık yapan "Avlonyalı" Ferit Paşa'dır. Yahya Kemal, II.Abdülhamid'in Arnavutlara ilgisini şöyle anlatır: "Arnavutlar Rumeli'nin son senelerinde yâr û ağyarca itibarda idiler. Sultan Abdülhamid Arnavutları seviyordu, nazlarını çekiyordu, hatırlarını sayıyordu. O zaman milletin bu gözde oğullan Üsküp'te gerek hükümetten, gerekse halktan, Avrupalılar'ın gördüğü imtiyazlı muameleyi görürlerdi." Hatta bu itibarı şöyle misallendirir: "Her büyük şehrimizde olduğu gibi (Üsküp'de de) leylî ve nehârî, bir îdâdî mektebi vardı. Bu mektepte Arnavutlar, Karadağlılar meccani tahsil görürlerdi. Bir Türkün ücretle bile yerleşmesi güç olurdu." 

İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin kurucuları arasında Struga doğumlu İbrahim Temo'nun yer almasında da görüleceği üzere Cemiyette Arnavutlar aktif roller alırlar. Öte yandan, Şerif Mardin, Arnavut asıllı fakir bir taşralının Tıbbiye’ye kadar gelmiş olmasının, bu kolaylıkları sağlamakta ihtisaslaşmış, payitahta kadar uzanan bir Arnavut himayeci ("klientelist") ağın Osmanlı devlet yapısı içindeki güçlü yerini göz önüne serdiğine işaret eder. Osmanlı İmparatorluğu'nda Arnavutlar yüksek makamlar da dâhil bürokrasinin her kademesinde nüfuslarının üzerinde bir nispette görev almışlardır.


Resneli Niyazi Bey (ayakta olanlardan sağdan ikinci) geyiği ile...
Selanik ve Manastır arasında kalan bölgedeki Arnavutlar, burada dernekleşen İttihat ve Terakki'ye katılıp o dönemki genel mücadelenin içerisinde aktif bir şekilde yer alırlar; Baba Dağı’nda ehlileştirilmiş bir geyikle dolaşması nedeniyle Geyikli Niyazi diye de bilinen, Manastır yakınlarında doğduğu yere atıfla Resneli lakabı da bulunan Ahmet Niyazi Bey bu bakımdan sembol bir isimdir. İttihat ve Terakki Partisi’nin önde gelen isimlerinden olan Resneli Niyazi, II.Meşrutiyet'in ilanıyla sonuçlanacak gelişmelere yol açan ayaklanmanın lideridir. 1913'te Arnavutluk'un Avlonya limanında koruması tarafından öldürülür. (“Ne şehittir, ne gazi…” lafı da Niyazi Bey için söylenmiştir.)


Resneli Niyazi Beyin Köşkü önünde - 2011 / Resne’de yaşayan soydaşlar, bizi, İttihat ve Terakki’nin önemli kişilerinden biri olan meşhur Resneli Niyazi Bey'in Louvre Sarayı'ndan esinlenerek yaptırdığı şimdi müze olan köşkünde karşıladılar. Resne’nin elmalarını, lokumlarını hazırlamışlardı, orada bizimle aynı kederi, ülküyü, heyecanı paylaşan insanlar olduğu duygusunu güçlü bir şekilde hissettirdiler. Gelişimiz, yıllardır beklenen bir yakını karşılar gibiydi; dönüşümüz de uğurlar gibi oldu. Sadece bir saatlik bu tanışıklık sonrası sanki kırk yıllık dost gibi ayrıldık…

Bölgede artık siyasi hareketlenmeye eşlik eden düzensiz askeri oluşumlar başlar. Her bey kendisine göre, tımarlı sıpahi gibi bir askeri birlik oluşturur ve bu birlikler, ayaklanmalarda, bölgede hakimiyet kurmada çok etkili olur. Devlete karşı ayaklanmalarda iki unsur dikkat çeker, ilki vergilerin toplanmasıdır, ikincisi ise devletin merkezden bölgeyi hiç bilmeden yapmış olduğu bazı uygulamalar ve buraya gönderdiği bazı uygunsuz yöneticilere yönelik reaksiyondur. Yine başta Rusya olmak üzere dış güçler dediğimiz etkiler de vardır, Avusturya-Macaristan ve onun üzerinden Almanya bu bölgeye müdahildir.

1903'de çıkan Bulgar isyanı üzerine İstanbul'un çağrısına icabet eden Arnavutlar hasat mevsiminde tarlalarını terkederek büyük bir hamiyetle ayaklanmanın bastırılmasını sağlarlar. Kendisi de Arnavut olan Edirne Mebusu Rıza Tevfik Bey, 1910 yılında, Balkanlardaki Arnavutların Osmanlı'nın Rumeli'deki bekası için önemini “sedd-i şedit” benzetmesiyle yapar. Arnavutların bu destekleri sayesinde Balkan Harbi’nde yaşanan "mukadder" felaket gecikmiştir.

II.Meşrutiyet'le iktidara gelen İttihat ve Terakki yönetimi, Arnavutların muhtariyet beklentilerini karşılamak yerine şiddetli bir şekilde bastırma siyaseti takip eder, merkezi yönetimi güçlendirmeye çalışır. Bu Arnavutlar arasında Osmanlı yönetimine dönük memnuniyetsizliğin iyice artmasına ve ayaklanmalara sebep olur. 

Birinci Balkan Harbi’nde Osmanlı Devleti’nin uğradığı hezimet sonucu Arnavutların çoğunlukta olduğu bölgelerin önemli bir bölümünün Balkan devletleri tarafından işgal edilmesi üzerine -Edirne düştükten sonra bile İşkodra ve Yanya uzun süre direnmeye devam etse de- Türkiye'yle irtibatın kesilmesi Arnavut liderleri bir yol ayrımına getirir. 28 Kasım 1912'de İsmail Kemal Bey, Arnavutluk’un müstakilliğini ilan eder. “Düvel-i Muazzama”, I.Balkan Savaşını sona erdiren 1913 Londra Barış Anlaşmasıyla Arnavutluk’un bağımsızlığının kabul edilmesini tercihe şayan görür. Bununla birlikte, Sırbistan'ın baskılarıyla Londra'da belirlenen sınırlar o dönemde Arnavutların yaşadığı bölgelerin yaklaşık yarısını yeni kurulan devletin dışında bırakır. Sırp idaresi altında kalanların pek çoğu kötü davranış, tehcir ve katliama maruz kalır. O dönemde Sırpları yatıştırma politikası izleyen Büyük Devletler bu katliam haberlerini görmemeyi tercih ederler. Özellikle İngiltere ve Fransa'nın siyaseti Almanya'ya karşı mutlaka Rusya'yı yanlarında tutmayı hedeflediğinden, Belgrad'ın en büyük müttefiki St Petersburg'u rahatsız edecek şekilde Sırpların üzerine gidilmekten kaçınılır.

Arnavutluk, Osmanlı'dan ayrılma sürecinde Balkanlar'da bağımsızlık ilan eden son ülkedir. Arnavutların çoğunlukta olduğu Kosova, Sırbistan içerisindeki iki otonom bölgeden biri olur. (Diğer otonom bölge Katolik Macarların çoğunlukta olduğu Voyvodino’dur, başşehri Novisat’tır. Sırbistan içerisinde, -bağımsızlık öncesi dönemde- Kosova dışında müslüman azınlığın yaşadığı iki ayrı bölge Sancak ve Pereşova’dır.)

Kurulur kurulmaz önce Balkan Savaşı'yla boğuşan ülke sonra I.Dünya Savaşı sırasında sırasıyla İtalya, Yunanistan ve Sırbistan’ın işgaline uğrar. Londra Konferansı’nda tanınan sınırları 1919 Paris Barış Konferansı’nda kabul edilir ve Arnavutluk, 1920’de Milletler Cemiyeti üyesi olur. 

1925'te krallığını ilan eden Ahmet Zogu'nun diktatörlüğü döneminde (1924-1939) ülkedeki İtalya etkisi üst seviyededir. (Galatasaray Lisesi mezunu olan Zogu, Zogolli olan gerçek soyadını "fazla doğulu" bulduğu için değiştirmiştir.) II.Dünya Savaşı sırasında önce İtalyan ve sonra Alman orduları işgal eder, Yunanistan da "fırsattan istifade" Güney Epir bölgesini topraklarına katar. Zogu'nun ülkeden kaçmak zorunda kaldığı 1939'daki İtalyan işgali üzerine Türkiye Tiran'daki Büyükelçiliğini kapatmak zorunda kalır. 

1944'de yönetimi Komünistler ele geçirince Arnavutluğun Soğuk Savaş yıllarındaki kaderi belli olur. Babasının adını İttihat ve Terakki liderlerinden Enver Paşa'ya hayranlığından dolayı verdiği söylenen Enver Hoca, 1945-1985 yılları arasında ülkeyi Marksist-Leninist ideoloji ve Stalinist dikta yönetimi ile kesintisiz kırk yıl yönetir. Ülkede 1967'de bütün cami ve kiliseler kapanır, ibadet etmek yasaklanır. Bu kısıtlamalar 46 yıllık Komünist rejim boyunca sürer. 1991 yılında ülkede ilk çok partili seçim gerçekleştirilerek demokratik sisteme geçilir.

Enver Hoca döneminin resmi söyleminin Osmanlı dönemini kötülemesi ve Türkiye ile Arnavutluk'un Soğuk Savaş'ta karşıt kamplarda yer alıyor olması gibi nedenlerle iki ülke ilişkileri II.Dünya Savaşı sonrasında soğuk denebilecek derecede seyrektir. Diplomatik ilişkiler 1959'a kadar tesis edilemez. Buna rağmen, 1955'de Türkiye, Arnavutluk’un Birleşmiş Milletler'e kabul edildiği Genel Kurul’da lehte oy verir. 1939 yılında kapanan Tiran Elçiliği, 1959'da yeniden açılır. Özellikle 1965'ten itibaren Arnavutluk'un Türkiye'ye Kıbrıs meselesinde BM platformlarında tam destek veren sayılı ülkelerden biri olması ilişkilerde yumuşama ve yakınlaşmanın asıl başlangıcını oluşturur. 1966'da Bakanlar Kurulu kararıyla Tiran Elçiliği, Büyükelçilik seviyesine yükseltilir. Arnavutluk'un bu desteğinde, Yunanistan'ın Güney Arnavutluk topraklarına ilişkin bilinen emelleri (Kuzey Epir sorunu) önemli rol oynar. 1997'de Arnavutluk’ta çıkan ekonomik kriz ardından başlayan iç savaş üzerine ülkede güvenliği tesis için BM ve AGİT çatısında oluşturulan askeri birliğe Türkiye 800 askeri personel ile katılır. 

OSMANLI TARİHİNDE KOSOVA
Osmanlı tarihi bakımından Kosova sahrasının şahitlik ettiği iki olaya değinmek gerekir; ilki 1389 I.Kosova Meydan Savaşı’dır. Süleyman Paşa’nın 1350’lerde Rumeli’ye geçişleri başlatmasıyla birlikte, 1453 İstanbul’un fethine kadar olan sürede Osmanlı’nın Balkanlar’daki ilerlemeleri devam etmiştir. Bu dönem, 1402 Ankara Savaşı sonrasında Fetret döneminde bir süre inkıtaaya (kesintiye) uğramıştır. Sultan Murat’ın zaferle sonuçlanan Kosova Savaşı sırasında şehit olması, bu bölgeyi romantik ve manevi bir merkez olarak ön plana çıkarmıştır. Savaş meydanında şehit olan tek Osmanlı padişahıdır. Kosova Savaşı, bu bölgede Osmanlı’nın artık kalıcı olduğunu göstermesi ve Birleşik Hristiyan (Sırp, Bulgar, Macar gibi) kuvvetlerinin artık Osmanlılar karşısında direnemeyeceğinin anlaşılması bakımından çok önemli, çok tarihsel bir savaştır.

Savaşa katılanların yaşananları dile getirdiği Gazavatnamelerde, Sultan Murat’ın dindarlığı, şehadeti nasıl arzuladığı ısrarla vurgulanır, kendisinin Kosova sahrasına şehit olmak duygusuyla geldiği ve zafer kazanıldıktan hemen sonra üzgün bir şekilde “rüyamda peygamberimizi gördüm, şehit olacağıma inandığım için sevinç içerisinde savaşa girdim, savaşı muzaffer olarak sona erdirdik ama şehit olamadık” diye üzüntüsünü belli ettiği hikaye edilir. Nitekim, bir Sırp asilzadesi kendisine bağlılığını ifade etmek için müsaade ister ve koynundan çıkardığı bir hançerle de padişahı savaş meydanında şehit eder. Sultanın iç organları şehid olduğu yere gömülür ve buraya Meşhed-i Hudâvendigâr denilir. Padişahın ölümü üzerine yerine hemen birisinin tahta geçmesi gerektiği için Osmanlı şehzadeleri arasında mücadele başlar ve neticede savaşın içerisinde olan şehzadelerden biri olan Yıldırım Bayezid tercih edilir. Kardeşleri Yakup ve Savcı beyler “nizam-ı alem” için katledilir. Böylesine büyük bir zafer sonrasına eşlik eden Sultanın ve iki oğlunun ölümü orduda hüzün estirir. Yıldırım Bayezid’in sultanlığının lanetlendiği söylenir, nitekim 1402 Ankara Savaşı’nda Timur karşısındaki mağlubiyet ve esareti de, halk kültürü tarafından, buna bağlanır. Tarihin, bir de halkın, anlatım ve anlayış biçimleri vardır, buradakine “ahsen-i intikam” denir.

36 Osmanlı Padişahının 29’unun türbesi İstanbul’da, 6’sının Bursa’da, 1’i ise (Sultan Vahdettin) Şam’dadır. Sefer sırasında vefat eden iki sultan vardır, ilki Kosova'da I.Murat, diğeri ise Zigatvar'da Kanuni Sultan Süleyman'dır. Kanuni’nin iç organları çadırında çıkarıldıktan sonra (bu işe “ahşa” denir) Zigatvar ovasına gömülür, vücudunun kalan kısmı ilaçlanıp İstanbul'a taşınır.

İkinci önemli olay ise, Sultan Reşat’ın bu bölgeye yaptığı “seyahat-ı humayun”dur. O seyahat sırasında, Sultan Murat türbesinin olduğu yerde, bir sahra namazı kılınmıştır. Osmanlı Devleti, II.Abdülhamit’in devrilip İttihat ve Terakki’nin gelmesinden sonra yine bu bölgedeki sıkıntıların devam ettiğini görür. Sultan Reşat, gayet sessiz, sakin, yumuşak, sevk ve idareye müsait bir padişah olması dolayısıyla, İttihat ve Terakki tarafından 65 yaşında tahta geçirilmişti. Bölgedeki sıkıntılar nedeniyle, Sultan Reşat’ın buraya bir ziyaret gerçekleştirmesi planlanır. Selanik-Manastır yoluyla Kosova’ya ve Sultan Murat türbesine getirilir. Bu türbenin, hemen yanında bir büyük toplantı yapılır, o toplantıda Arnavutlar tekrar saltanata olan bağlılıklarını ifade eder. Saltanat heyeti, Kosova’ya en makbul hediye olarak mukaddes emanetlerden “sakal-ı şerif” getirir. Kısa vadede, bu ziyaret etkili olur, devlete bir bağlılık sağlanır ama bu psikolojik ve geçicidir. Olayın temelleri 1878’den beri çok sarsıldığı için, daha sonra Balkan Savaşları’nın çıkmasıyla tüm bölge Osmanlı idaresinden ayrılır.


Kosova'da Sultan Murat Türbesi

Sultan Reşat tarafından ziyareti sırasında önemli bir bakımdan geçirilen türbeye ilaveler yapılır, kitabesi yine o zaman konulur. Sonra uzun bir bakımsızlık dönemi vardır. Sultan Murat Taburu, türbeyle de ilgilenip, bakımını yapar, ilk broşürlerini basarlar. Türbe, 2005 yılında Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA)’nın katkısı ile Türkiye Diyanet Vakfı tarafından restore edilir. II.Abdülhamit döneminde ziyaretçilerin konaklaması amacıyla yaptırılan Türbe kompleksi içerisinde yer alan Selamlık Binası ise 2009 yılında TİKA tarafından Sultan Murat Hüdavendigar ve Balkanlarda Osmanlı Mirası konulu Tanıtım ve Kültür Evi’ne dönüştürülerek hizmete açılır. Kosova hükümeti ile imzalanan bir protokolle, türbenin işletmesini, 2010 yılında TİKA üstlenir. 

Hem mahalli müslümanlar, hem Türkiye’den gelenler için önemli bir ziyaretgah olan türbe her yıl binlerce insan tarafından ziyaret edilir. Hıdırellez günlerinde türbe çevresinde Arnavutlar büyük kalabalıklarla şenlik yaparlar. Hem Sünni, hem Bektaşi Arnavutlarda güçlü bir türbe geleneği bulunur; adak adanır, türbe ziyaret edilip kurban kesilir vb. Oğlu olduğu için adak adadığından türbe bahçesinde kurban kesenlerin arasında çocuğunun ismini "Murat" koyanlara da rastlanır.


Sultan Murat türbesindeki bu anıt ağaç, Bektaşi-Horasani kültürün karadut uzantısının uç bir coğrafyadaki örneği olarak Osmanlı coğrafyasının en önemli ağaçlarından biridir.

Kosova’da Sultan Murat türbesini ziyaret, milletimizin Balkan tarihinin ve kültürünün bir anlamda başlangıç noktasına dokunmak hissi verdiğinden, artık ayrılma vakti geldiğinde hislenen bir arkadaşımızın Türbenin bahçesindeki çınarın altında yaşaran gözlerine şahit olan türbedar teyze “üzülmeyin, yine gelirsiniz” dedi. Türbedar teyze, ağır bir rahatsızlığı üzerine, orada görev yapan Türk askerlerinin kendisiyle nasıl yakından ilgilendiklerini, Türkiye’nin GATA’da kendisini önemli bir misafir gibi ağırladığını uzun uzun anlattı, ülkemizin bu vefası da bizi ayrıca sevindirdi.


Kruje
KRUJE (AKÇAHİSAR, KROYA)

Arnavutluk tarihi ve milliyetçiliği açısından ayrıcalıklı bir yere sahip Kruje’nin, neredeyse hiç bozulmamış sokaklarında yürümek size sanki 500 yıl öncesinde geziyor duygusu verir.  Özellikle Bektaşi tekkesinin bahçe kapısından içeri girince  karşınıza bir derviş çıkacak hissi verecek denli otantik hali de gezinin bu bölümünün özel bir ânı oldu.

ARNAVUT KARAKTERİ
Yılmaz Çetiner, Arnavutların şiddetli tepkiselliğini "ani feveran eden, sert ve ateşli mizaca sahip insanlar" şeklinde tarif eder. Çetiner, böylesine fevri yapıdaki insanlar için silahın "en şerefli süs eşyası" olduğunu belirtir, ekonomik durumu iyi olmayan Arnavut bile ne yapar eder, gerekirse öküzünü satar ve yeni çıkan silahı alır.

Avlonyalı Ekrem Bey, ülkeyi birbirinden çok farklı "tiyatro sahneleri" gibi gösteren dip dibe zıtlıklar silsilesi olarak tasvir ettiği Arnavutluk doğasıyla Arnavut insanlarının zıtlıklarla dolu karakterleri arasında benzerlik görür. Arnavutların haksızlığa uğramış ve aşağılanmış hissettiğinde intikam alma dürtüsü güçlüdür. Örneğin "Babamın ölümünden duyduğum acıya katlanırım, yeter ki anneni dul göreyim!" diye bir deyişleri vardır. Öte yandan, yaşam kültürlerine işlemiş bir misafirperverlikleri sözkonusudur. Arnavutların en ağır beddualarından birinin "kapısı kilitlene!" (T'u mbyllt dera) olduğunu söyleyen Avlonyalı Ekrem Bey, "Ben bizim evimizde bahçenin ve evin ana kapılarının kapalı olduğuna asla şahit olmadım. Her dileyenin hiçbir formaliteye tabi olmadan içeri girebilmesi için gece gündüz açık tutulurlardı" der.

ÜSKÜP’TEN NOTLAR

Üsküp, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Balkanlar’da çok önemli üç merkezden (“vilayat-ı selase”) biridir, diğer ikisi Manastır ve Selanik’tir. (1878 Berlin Antlaşması’ndan sonra Makedonya genel olarak Manastır, Selanik ve Kosova vilayetleriyle Drama ve Serez sancakları için kullanılan bir terime dönüşür. Osmanlı yönetimi ise resmî olarak Makedonya ismini hiç kullanmayarak bu bölgeyi “vilayât-ı selâse” şeklinde adlandırmayı tercih eder.) Üsküp, bugün Kosova'nın başkenti olan Priştina ile Prizren, İpek ve Yakova gibi şehirleri içerirdi. Üsküp'ün simgelerinin en başında, şehri ikiye bölerek geçen Vardar nehrinin üzerindeki tarihi taş köprü gelir. Fatih Sultan Mehmet döneminde yapılan ve onun adını taşıyan bu enfes köprünün etrafında, sanki köprüyü boğmak istercesine yapılmakta olan yeni binalara dikkat çekicidir.


Üsküp Fatihi Paşa Yiğit Beyin kabri. Üsküplüler Komünist dönemin yıkımından bu mezarı korumak için bir duvarla çevirerek yıllarca evlerinin içine alıp saklamışlar.

Üsküp çarşısı, tam anlamıyla bir Türk çarşısı görünümü taşır. Hatta tarihi mimari doku olarak mesela Beşiktaş’taki çarşıdan daha fazla Türk havasında olduğu rahatlıkla söylenebilir. Türk olduğunuzu anlayan herkes çatpat Türkçe bir şeyler konuşmaya çalışır, şaşırtıcı düzeyde iyi Türkçe bilen pek çok kişiyle karşılaşmak mümkündür. Belki 500 yıllık havasından hiçbir şey kaybetmemiş olan, daha çok eski zaman Boğaz kahvelerini andıran, Türk usulü kahvesi ve bardağıyla taze demlenmiş çayı, dört büyük takımın posterlerinin süslü olduğu duvarlarıyla Arnavut kahvesinde (“Nasır’ın Yeri”nde) insanlar Türk televizyonlarını izliyorlardı.


Üsküp Kalesinden

Üsküp’te bize labirent gibi gelen, zaman zaman orta gelişmişlikte bir Anadolu şehrinde dolaşıyormuş hissi veren sokak araları ve caddeleri adımlarken, birden rehberimiz Haluk Dursun durdu. Hoca’nın durmasının, önemli bir tarihi yapının, çeşmenin, camiinin, kilisenin veya ağacın karşısında olduğumuz anlamına geldiğini öğrenmiştik. Ama burası öyle bir yere benzemiyordu, etrafta insan kalabalıkları, yoğun bir cadde, dar bir kaldırım… Hoca, yukarı doğru bir yeri işaret ederek Yahya Kemal'in şu şiirini okudu;

Üsküp'ün nadir firuze kubbelerinden...
Üsküp ki Yıldırım Beyazıd Han diyârıdır,
Evlâd – ı fâtihâna onun yâdigârıdır.
Fîruze kubbelerle bizim şehrimizdi o;
Yalnız bizimdi, çehre ve rûhiyle bizdi o.

Hoca’nın gösterdiği yerde bakımsız bir firuze kubbe bize bakıyordu. O tek firuze kubbeye “çehre ve rûhiyle” bizim Üsküp’e uzaklığımızı, Üsküp’ün bize yakınlığını anlatan bir abide gibi, bizim mi onun mu olduğunu bilemediğimiz bir hasretin ızdırabıyla bakakaldık.

Balkanlar’daki gezi boyunca Türk dizilerinin hemen her milliyetten ve kesimden ilgiyle takip edildiğine şahit olduk. Bir ülkede bir Bakanlar Kurulu toplantısının o sıra çok tutulan bir dizinin yayın saatine denk geldiği için erken bitirildiğini duyduk. Türk dizileriyle ilgili en ilginç olayı Üsküp’te akşam yemeği için Vodno dağına çıkarken yaşadık. Oldukça dar ve virajlı olan yolu bitirip de, restorana çok yaklaşmışken bir arabanın tam ters çevrilmiş bir halde yolun ortasında yolu kapattığına şahit olduk. Ortada bir kaza izi de yoktu. Ama nasıl olmuşsa araba böylesine devrilmişti. Mecburen iki otobüs durdu ve herkes aşağı indi.  Yolun kenarındaki evden bir adam, sesler üzerine, evinden şaşkınlıkla çıktı, önce otobüslere baktı, sonra devrilmiş arabaya ve ağzından şu sözler döküldü: “Ben de Kurtlar Vadisi’ni izliyordum..” (Arnavuttu, ama biraz Türkçe konuşabiliyordu)

Üsküp Kalesi'nden şehir manzarası ve Vodno dağı

Üsküp’ün en görkemli eserlerinden bir diğeri ise 1492 tarihli Mustafa Paşa Camii, TİKA ve Gazi Üniversitesi işbirliğiyle restore edildi. Camiiler, vüzera, ulema ve selatin şeklinde banisine göre adlandırılır. M.Paşa Camii ise bir “bey” camiisidir.

PRİZREN’DEN NOTLAR…
1455 tarihinde Fatih Sultan Mehmet döneminde Osmanlı hâkimiyetine giren Prizren, Balkan Savaşları sonrasına kadar dört buçuk asır kadar Osmanlı idaresinde kalmıştır. Bistriça Nehri‟nin iki yakasında Metohiya ovasının güney kenarında, Şar dağlarının kuzey yamaçlarında kurulu şehir tarih boyunca Balkanların en büyük ticaret ve zanaat merkezlerinden biri olmuştur.

Prizren
Prizren'in, kelime olarak, "her tarafı süs içerisinde olan, altın gibi parlak ve zenginlik dolu şehir" anlamına geldiği söylenir, gerçekten de mimari ve coğrafi güzellikleri, özgün tarihi dokusu, ülkemize oldukça yakın halkı ile sizi çok sıcak bir şekilde karşılar Prizren. Prizren, Türkçenin, evlad-ı fatihanın, en yoğun olarak yaşamaya devam ettiği yerlerden biri. Mamuşa da herkes Türkçe konuşur. (Prizren’dekiler aslen Konya’dan, Mamuşa’dakiler Tokat’tan geldiklerini söylüyorlar.) Prizren’de ortalamanın üstünde sosyal ve kültürel etkinlikler düzenleniyor. Şehrin şair, tiyatrocu, sempozyum düzenleyeni çok olunca şiir, tiyatro, folklar akşamları da eksik olmuyor.

- Prizren'de Evlad-ı Fatihan’dan olan Altay Suroy beyefendi, Kosova Anayasa Mahkemesi üyesi olarak görev yapıyor.  Prizren mimari eserlerine ilişkin çok güzel çalışmaları vardır. Altay Bey ile 1999’da Kosova’daki karışıklık döneminde, İstanbul’da bulunmak zorunda kaldığı sırada – ben üniversite son sınıf öğrencisiydim - tanışmıştık. Yaklaşık 12 yıl sonra ilk defa bu kez onun memleketi Prizren’de karşılaştık. Bölgedeki önemli figürlerden biri haline gelmişti (esasen 90’larda da öyleydi, o sırada İstanbul’da bulunmasının nedenleri arasında, bölgeyi hele o yıllarda neredeyse hiç tanımayan Türk kamuoyuna Kosova’da ne olup bittiğini gazetecilik yaparak anlatmak vardı.) Resmi programı nedeniyle Arnavutluk’ta olduğu için bizimle görüşemeyecekti, Büyükelçiliğimizden genç bir meslektaşıma kendisine iletilmek üzere bir not bıraktım, Altay bey onun araması üzerine durumdan haberdar olduğunda, programını değiştirip uzun bir yolculuk yapma pahasına bizi görmeye geldi. Altay bey, mütevaziliği, az konuşup çok şey söylemesi, ülkesine, şehrine ve tarihine tutkuyla bağlılığı ile hakiki bir entelektüel ve akil adamdır. Böyle devlet adamlarının varlığı, bölgenin mevcut bölünmüşlük ve sosyo-ekonomik geri kalmışlık sorunlarının üstesinden gelebileceğine olan inancı arttırmaktadır.

- Kültür tarihimizde, İstanbul’da iki tür boza vardır. Bir tanesi, Kırım-kıpçak bozasıdır, Kırım sarayında boza resmi içeçektir, divandan önce dağıtılır, boza hafif alkollüdür, biraz fazla içersen kafa yapar, rahatlatır. O yüzden, içilmemesine dair bir kısım karşı fetvalar vardır. İkinci tür boza ise Prizren bozasıdır, İstanbul’daki en meşhur bozacı olan Vefalı Sadık, Prizren’den gelmedir. Prizren, bu bakımdan, İstanbul kültürüne bozayı getiren ve yerleştiren bir şehirdir.

Prizrende bir bıçakçıda... / Prizren’in bıçakları meşhur. Sadık isimli bir Prizren bıçakcısı, üzerinde Prizren’in kısaltması olarak “P.Z. Sadık” diye yazan bıçaklarını ticari amaçlı olarak Bursa’ya göndermiş, bir süre sonra beğenilip beğenilmediğini sormuş, şöyle bir yanıt almış; “Bıçaklar iyi de, ahlak kötü”. :) Sadık bey, bu cevaba içerlemiş, “bıçağa bakıp adamın namusunu nasıl anlıyorlar…" diyormuş.


Prizren, Namazgah / Osmanlı Devleti’nin öncü kuvvetleri bir yere yerleştikten, yani o bölgenin kalesine bayrağı çekme, dizdarları yerleştirme, bir kale komutanı atama gibi idari tedbirleri aldıktan sonra, oraya önce bir namazgah yapar. Bu namazgah’lardan günümüze kadar korunabilmiş en güzellerinden bir tanesi Prizren’de bulunur, semtin ismi de Namazgah’tır.

BİR MELAMİ TEKKESİ HATIRASI
Prizren'de Melami Çeşmesi
Bizim heterodoks diye nitelendirdiğimiz melamilik ve bektaşilik gibi hareketler bölgede Prizren ve İpek arasında yoğunlaşmıştır. Haluk Dursun bölgeye ilk geldiğinde melamilik, bektaşilik gibi ehl-i sünnet dışı, yan bazı tasavvuf hareketleri üzerinde saha araştırmalarına oldukça meraklıymış, anlattığı hikaye kendi ağzından şöyle:
"O şehirde melamilik tekkesi olduğunu duyduğumdan, diyanetten (oradaki adı “meşihat”) bir kişi bana yardımcı oldu, has bir Arnavuttu, beni Melami tekkesine götürmesini rica ettim, şiddetle karşı çıktı, “bizim burada bir söz vardır bilir misin”, dedi, “melami, Allah versin belani” derler.
Neyse zar zor beni götürmeye ikna ettim (“ben oraya girmem” dedi, ben de “tamam sen girmez, kapıya kadar götürürsün” dedim.)
Neyse, tekkeye girdim, unutamayacağım bir sahneye şahit  olacaktım… genç çocuklar tekkenin önüne oturmuşlar, konuşup şakalaşıyorlardı..
“gençler, bu tekkenin şeyhi, babası, erenleri yok mudur? Nerede görebilirim?” dedim.
Gençlerden biri “vardır be” dedi,
“nerededir” dedim,
“şurada” dedi,  gösterdiği yerde iki adam tavla oynuyordu,
“hangisi şeyh’tir” diye sordum,
“ben onu çağırırım” dedi, parmaklarını ağzına götürüp ıslık çaldı ve “babaa, misafir vaar, gelesiin” dedi.

İslam tasavvuf tarihinde ıslıkla şeyh çağırmayı ilk defa orada gördüm."


KAYNAKÇA
- Halil İnalcık, Devlet-i 'Aliyye, Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar-I, Klasik Dönem (1302-1606): Siyasal, Kurumsal ve Ekonomik Gelişim, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2008
- İlber Ortaylı, Osmanlı'da Milletler ve Diplomasi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2008
- Miranda Vickers, The Albanians: A Modern History, I. B. Tauris, 2014
- Avlonyalı Ekrem Bey, Osmanlı Arnavutluk'undan Anılar (1885-1912), İletişim Yayınları, 2006
- Cemalettin Taşkıran, Balkanlarda İzlerimiz, Sarkaç Yayınları, 2010
- Necdet Sakaoğlu, Tanzimat'tan Cumhuriyet'e Tarih Sözlüğü, İletişim Yayınları, 1985
Falma Fshazi, 2. MEŞRUTİYET VE ARNAVUTLUK’TAKİ OSMANLI ALGISI: ARNAVUTLARLA OSMANLI’NIN DÜŞMAN OLDUĞU “O AN.”, İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi No:38 (Mart 2008)
Prof. Dr. Abide DOGAN, Bahanur GARAN, ANILARA YANSIYAN YÖNLERİYLE ARNAVUTLUK VE ARNAVUTLAR, VIII. Uluslararası Büyük Türk Dili Kurultayı Bildirileri, 25-28 Eylül 2013, Tiran, http://turkoloji.cu.edu.tr/pdf/abide_dogan_bahanur_garan_anilarla_yansiyan_yonleriyle_arnavutluk.pdf
- Selda Kılıç, Bir Osmanlı Aydınının Arnavutluk’a Dair Görüş ve Düşünceleri, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/26/197.pdf
- Kemalettin Kuzucu, LAYİHALAR IŞIĞINDA BAĞIMSIZLIK SÜRECİNDE ARNAVUTLUK’UN SOSYAL VE SİYASAL DURUMU (1860-1908), Türk Dünyası Đncelemeleri Dergisi / Journal of Turkish World Studies, XII/2 (Kış 2012), s.309-332.
- Yücel Yiğit, MİLLİYETÇİLİK ÇAĞINDA PRIZREN İTTİHAT CEMİYETİ, Turkish Studies International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 4/8 Fall 2009
- Mustafa L. Bilge "Arnavutluk", TDV İslâm Ansiklopedisi, C.3, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları
- Münir Aktepe, "Kosova", TDV İslâm Ansiklopedisi, C.26, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları
- Halil İnalcık, "İskender Bey", TDV İslâm Ansiklopedisi, C.22, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları
- Ali Özkan, ARNAVUTLUK’UN ÜÇ SİMGESİ: HACI ETHEM BEY CAMİ, SAAT KULESİ VE İSKENDER BEY HEYKELİ, Turkish Studies - International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 8/2, Winter 2013, p. 217-237
- Florida Kulla, Hayatını Türk ile Arnavut Dil ve Edebiyatına Adamış Şahsiyet Olarak Şemsettin Sami, http://www.bilgelerzirvesi.org/bildiri/pdf/florida-kulla.pdf
- Hasip Saygılı, 20. Yüzyılın Başlangıcından Günümüze Arnavutlarda Osmanlı ve Türkiye Algısı, Bilge Strateji, Cilt 6, Sayı 10, Bahar 2014, ss.35-62
Yahya Kemal Beyatlı, Çocukluğum, Gençliğim, Siyasi ve Edebi Hatıralarım, İstanbul Fetih Cemiyeti, 3.Baskı, İstanbul, 1986
- Metin İzeti, Arnavutlar ve Bektaşilik, Uluslararası Bektaşilik ve Alevilik Sempozyumu I, 28-30 Eylül 2005, SDÜ İlahiyat Fakültesi Yayınları No:20
- Gürkan Akyol, Balkan Politikasında Arnavutluk (1912 Sonrası), Yüksek Lisans Tezi, Süleyman Demirel Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2007, http://eprints.sdu.edu.tr/434/1/TS00591.pdf

Yorumlar

  1. "...ayrılırken, gördüklerinden, hissettiklerinden ve anlatılanlardan etkilenen bir arkadaşımızın yaşlı gözlerine şahit olan türbedar teyze “üzülmeyin, yine gelirsiniz” dedi". Tarih şuuruna katkı sağlayan türbedar teyzeye selamlar.

    YanıtlaSil
  2. İnsanların bildiği ve aslında olan resmi tarihlere baksan Türk, Arnavut az çok düşman her iki devlette de millete öğretilmiş düşmanlık oysa ki dedelerimiz beraber yaşamış neymiş tarih resmi ders kitaplarından öğrenilmez.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

BOZUK SAAT (II)

Büyükelçi eski günleri yâd ederken, antika duvar saatinin iki çam kozalağın arkasında sallanan sarkacına bakarak ritmik hareketlerini takip eder ve görev yaptığı yerleri zihninde bir bir dolaşırdı. Derin hayallere dalmaya ihtiyacı olduğunda bu saatin karşısında oturarak tik taklarını dinler ve guguk kuşunun kapıyı açarak ötmesini beklerdi. Bu ona hayatında her şeyin yolunda gittiği hissini verirdi.  Londra’daki felaketten sonra Ortadoğu uzmanlığı titrini kaybetmemesinde dostlarının bakanlığın dedikodu çarkı üzerine kurmuş olduğu tekelin oynadığı mühim rolü inkâr edemezdi. “Koridor” bir kişiye uzman diyorsa o kişi uzmandı, bunu sorgulamaya yeltenecek kişi hemen hedef alınır ve usta bir şekilde işletilen dedikodu kazanında kaynatılarak boğulurdu. Hariciye jargonunda “koridor sicili” diye geçen bir terim vardır. Kelime çevirisi Almanca “koridor radyosu” (flurfunk) olan deyimin, muhtemelen vakti zamanında muzip bir diplomat tarafından yapılmış tercümesidir ve hakikatte “ofis dedikodusu” an

Her şeye rağmen (ŞİİR ÇEVİRİSİ)

Her şeye ve her şeye rağmen Aptallığa, dalavereye ve her şeye rağmen, Yine de biliyoruz ki: insanlık  Zaferi kazanacaktır her şeye rağmen Trotz alledem und alledem, trotz Dummheit, List und alledem, wir wissen doch: die Menschlichkeit behält den Sieg trotz alledem - Ferdinand Freiligrath (ö. 1876) (Tercümesi tarafımdan yapılmıştır.)